Ramazan Bayramını Elazığ ve Malatya’da geçirdim. Bir yıla yakındır gitmediğim bu şehirlerde kucak dolusu hatıralarla döndüm. Bazen hüzün bazen de mutlu anların gölgesinde seyahatimi tamamladım. İlk önce gittiğim Elâzığ’da; hayatın akışına eşlik eden kendine özgü yapısı, insanların samimiyeti, değişen yenidünya şartlarıyla geleneksel yaşamı harmanlayan davranış kalıplarının sokaklara yansıması beni ta yıllar öncesine götürdü. Bu şehirde dershaneye gittiğim yılları, üniversiteye ilk başlayışımı ve akabinde oradan ikinci sınıfta ayrılış hikâyemin tüm ayrıntılarıyla sanki yüzleşiyordum. İki yıla yakındır ayrıldığım bu coğrafyadan hesaplaşmayı hep ertelediğimi hissettim. Bilinçaltımda tekrarlanan düşüncelerle baş edemeyeceğimi anladığımda bir an önce kendimi Malatya’ya atmaya çalıştım. Çünkü olgunluk yıllarımı bu şehirde geçirmiştim. Ancak beni takip eden yerli yersiz düşünceler bazen önümde bazen arkamda koşarak bana yetişmeye çalışıyorlardı. İmdadıma Elâzığ’ı Malatya’ya bağlayan Kömürhan köprüsünün yetişeceği düşüncesi belirdi. Küçükken büyük bir suyun karşı kıyısına geçmek sorunları kıyıda bırakır şeklinde batıl inanışların söylentilerine şahit olmuştum. İnsan zor durumdayken inanmak istemediği şeylere bile inanır. Bu absürt düşünce bile beni bir nebze rahatlattı.
Ancak asıl sorunlar bu kıyıdaymış. Minibüs yol aldıkça daha çok sorunlarla karşılaştım. Malatya’nın merkezine doğru ilerlerken 6 Şubat depreminin tahribat kalıntıları gittikçe artıyordu. Yıkılmış binalar, yeni inşaatlar, yok olmuş sokaklar, tarlaya dönüşmüş mahalleler, parçalanmış yollar, cadde boyunca sıralanmış esnaf konteynerleri, yoğun trafik, agresif sürücüler, kaybedişleri yüzünde okunan insanlar, umudunu yarına öteleyen gençler, olup bitene alışan insanlar, kaybolan adresler ve nice farklı görüntü ve davranışların sergilendiği sokak ve caddelerden geçtim. Masum bakışlarla şehrin yeni siluetinden anlamlar çıkarmaya çalıştım. Birbirini tamamlamayan o kadar çok şey vardı ki…
Otuz yıla yakın süre yaşadığım Malatya, suratını asmış ve bana küs duruyordu sanki. “Neden beni terk ettin havasındaydı. Yoksa sana sunduğum olağan hayatta her şey yolunda iken iyiydim, ağır bir hastalığa yakalandığımda benden ayrılmayı seçtin serzenişlerini duyar gibiydim.” Bir şey demedim. Diyecek bir şeyim de yoktu zaten. Ne söylesem ne gerekçe sunsam ikna edemezdim. Çünkü yaralıydı. Can acısıyla söyleyeceği şeyler beni daha çok örseleyebilirdi. Yine de merhametli davrandı. Kimler geldi kimler geçmedi ki buradan dercesine yorgun ama umutluydu. Serzenişlerini ve kararlılığını anlayabiliyordum. “Ben asırlardır hayat mücadelesi veriyorum. Benim hayatında küçücük bir ayrıntısın. Ne ihanetler gördüm. Kimi yollarımı kavisledi, kimi trafiğimi kilitledi, kimi çevre yoluyla beni oyaladı, kimi deprem olmayacakmış gibi alüvyon topraklarıma yüksek binalar dikti, kimi de siyaseten beni yok saydı. En iyisi beni çok konuşturma" dediğini işitir gibiydim.
Hepsinin canlı tanığıyım diyecektim ki birden sustum. Çünkü küçük de olsa benim gibilerin de payı vardı bu durumdan. Önceden olacakları bilen ama kılını kıpırdatmayan insanların arasındaydım! Tıpkı Marquez’in Kırmızı Pazartesi romanındaki gibi. Neden, nasıl, niçin sorularının havada uçuştuğu ancak eski alışkanlıkları sürdürmenin inatçılığı üzerine inşa edilen deprem sonrası sürece daha çok tanıklık etmemek için belki bu şehirden ayrıldım. Çünkü olup bitenlere hep tanıklık etmekten başka bir misyonumuz olmadı. Karar süreçlerinde öteki olmanın faturası hep bize kesildi. Doğruyu söylemek ne kadar zordur bazı durumlarda. “Bazen dilsiz şeytan bile olamıyorsunuz ve daha ötesi…” Rezerv alanları ve hasarlı binaların, hasar durumlarının değişim süreçlerini herkes yaşadı. Bazen durum öyle bir hal aldı kı verilen kararlara göre hangi bina hasarlı, hangisi değil karmaşası içinde binalar bile zamanla iyileşti!
Şehrin fiziki karmaşasıyla fazla zaman geçirmek istemedim. Bu kısa seyahatte akraba ve dostlarla buluşup hasret giderip, sohbetler yapmak bana iyi geldi. Zaten Anadolu şehirlerinin en önemli özelliği halen o geleneksel insan ilişkilerini kaybetmeyişleridir. Geçmişte eğitimcilerle takıldığımız Sporcular Çayevi, konteynırda hizmet verse de halen eski müşterilerini koruyor. Onlarla koyu sohbetlere dalınca neredeyse depremin tahribatını unuttum. Bir yeri, yer yapan insanlarıdır kuralını son Malatya gezimden bir daha deneyimledim. Her şeyimizi kaybedebiliriz ama yüzümüzdeki bir gülümse, tatlı bir sohbet, saygı ve sevgi birçok sorunu sağaltabiliyor. Bu da yaşam için en gerekli şeydir. Bu yaşadıklarımı düşünürken yıllar önce okuduğum Japon yazar Osama Dazai’nin İnsanlığımı Yetirirken kitabı aklıma geldi. Bazen hayat gailesi içinde egolarımıza yenik düşmenin sonuçlarıyla yüzleşebiliyoruz. Bunun neresindeyiz sorusunu sormaktan kendimi bir süre alamadım.
İnsanlığımızı yetirmemek temennisiyle Malatya’daki dostlarıma veda ederken onlara kucak dolusu teşekkürlerimi iletirim. Yıkıntılar arasında uzanan bir umut eli gibiydi bu dost ve akrabaların davranışları. Bu şehirdeki insanların o naif davranışları olduğu sürece her zaman kendi küllerinden doğacaktır. Buna yürekten inanıyorum... Ankara’ya dönerken arkamdan koskoca bir müktesebat ve dostluklar adası bıraktığımın farkındaydım. Ama geri dönülmez bir yola girdiğimi de biliyordum…!