Kadın, giysi dolabını açıyor. Renk renk, desen desen, etiketleri henüz üzerinde olan giysiler karşısında bir süre durup derin bir iç çekiyor:
"Giyecek hiçbir şeyim yok..."
Oysa dolap tıklım, tıklım. Allı, morlu, sarılı; kadifenin yumuşağı da var, jean’in serti de... Ama yok! O "giyecek bir şey" yine de yok diye yakınıyor. Oysa o dolap sanki bir giysi mezarlığı; orada ölü yatırımlar yatıyor. Çünkü o yakınma sözlerinde geçen “giyecek” kavramı "modaya uygun", "göz alıcı", "yeni alınmış", "daha iyisi" demek anlamını içeriyor.
Dolayısıyla kadının içi sıkıntıyla doluyor; çünkü dışarıdaki vitrinler ışıltılı bir dilde ona durmaksızın fısıldıyor:
“Bu senin için üretildi, bunu almalısın.”
Yılda üç değil, bazen dört-beş defile dönemi yaşanıyor. Çünkü mevsimler birbirine karıştı. Kış, yaz gibi; ilkbahar, sonbahar gibi değil mevsimlerin döngüsü... Bir sabah fırtına, akşam çöl sıcağı; iklim değişikliğiyle birlikte, moda endüstrisinin de takvimi değişti. Daha hızlı, daha çok, daha çabuk tüketim... Kuşkusuz sorun yalnızca moda değil. Bu tüketim tarzı; günümüzde sanki bir uygarlık biçimi...Yeni giysiler, daha yeni telefonlar, bir üst model arabalar, dijital çağın her gün yenilenen "beyaz eşya devrimi"... Nasıl kalabiliriz bu yaşam biçiminde geri?
Dünlerde “evladiyelik” diye bir kavram vardı; günümüzdeyse “tüket-at” mantığı var.
Bir ütü 30 yıl çalışmaz, bir telefon 3 yıl dayanmaz. Bir insanın değeri bile; tıpkı nesneler gibi “kullanım ömrü” ile ölçülür oldu. Bozulunca onarılan eşyalar değil, çöpe atılanlar var günümüzde; kullan at ki ekonominin çarkları dönsün koşullandırması eşliğinde... Çorapların topuklarını yamayan analar, lehim tutan ustalar, radyodan ayakkabı ökçelerine ne varsa onaran sabırlı ustalar... Sanki her biri "mişli geçmiş zamanlar"da kalmış masal kahramanları gibi...
Ve biz?
Bizler, tüketim toplumunun yalnızca müşterisi, alıcısı, tüketicisi değil; aynı anda kurbanlarıyız.
Oysa aşırı üretim ve denetimsiz tüketim, yalnızca doğayı değil, bireyi de kemiriyor.
Bir insanın yaşamını anlamlı kılan ne varsa ki iç huzuru, üretkenlik, aidiyet, paylaşım gibi değerlerin yerini "sahip olma tutkusu" alıyor. Hani şu ekonomiyi düzenleyen o gizli el var ya, sanki o insanları sürekli tüketmeleri için alışveriş merkezlerine itiyor "Var olmak ya da varlıklı olduğunu göstermek için satın al. Mutlu olmak için harca.Sen ancak tükettikçe görünürsün." sözlerini de kulaklara fısıldayarak...
Tüketici kimliği, bireyin gerçek kimliğinin, değer yargılarının önüne geçiyor. Akılcı seçimlerin yerini dürtüsel arzular alıyor. Tüketim toplum modelinde insan, sanki kendi yaşamının öznesi olmaktan çıkmış; reklam panolarının ve algoritmaların yönlendirdiği bir kukla gibi... Üstelik kapitalist pazarın çarkları hızla dönerken; doğa da insan da eziliyor. Çünkü bu düzenin değişmez ilkesi; daha çok üret, daha çok tüket, daha çok çöp at, at ki çark durmaksızın dönsün.
Oysa tehlike giderek büyüyor; küresel ısınma, biyolojik çeşitliliğin yitimi, plastik okyanusları, çölleşen topraklar...
Dünlerde insanlık doğal kaynakların sonsuz olduğu yalanına inandırıldı ama günümüzde gerçek haykırıyor, bağırıyor, insanları uyarıyor: Bu gidiş, sürdürülemez. Tüketim sonsuza dek artamaz. Bir yerde durmak zorunda herkes ki ya biz karar verip frene basacağız ya da duvara toslayacağız.
Küçük bireysel birikimlerle büyük dönüşümler beklemek de çocukça bir saflık... Çünkü sorun; bezden alışveriş torbası taşımak ya da plastik pipet kullanmamak değil... Sorun; tüm üretim-tüketim ilişkilerini sorgulamak... Sorun; yaşam tarzını değiştirmek ve "İnsan nedir?" sorusunu yeniden sormak... ve bu sorunun yanıtını bulmak: İnsan doğanın efendisi mi yoksa parçası mı?