Batı uygarlığı anlatısını açtığınızda, okuduğunuz kitaplarda karşınıza ilk çıkan kavramlardan biridir: Antik Yunan... Felsefenin beşiği, demokrasinin doğduğu toprak, estetikle sarhoş olmuş bilge erkeklerin diyarı... Oysa bu anlatının altını biraz kazıdığınızda; kavramların çatlaklarından Mezopotamya’nın çamuru, Mısır’ın Nil mürekkebi ve Fenike limanlarının tuz kokusu sızmaya başlar.

Örneğin lisede öğrendiğimiz “Pisagor Teoremi” gerçekte Pisagor'dan yüzyıllar önce Mezopotamya’da, Babil tabletlerine kazınmıştı. Daha açık bir anlatımla Pisagor, bu bilgiyi keşfetmedi; yalnızca öğrendi ve yeniden adlandırdı. Aynı biçimde Platon’un “idealar dünyası”, Mısır’ın simgesel düşünce düzenine oldukça çok benzer. Platon’un gölgelerle dolu mağarasında, Mısır rahiplerinin ölüm sonrası "öbür âlem" öğretilerinin yankısı duyulur.

Yunan felsefesinin “öğretici babaları”, çok kez Mısır’a seyahat etmiş, oradaki rahip okullarında eğitim almış, bu bilgileri kendi kent devletlerinde yeniden üretmiştir. Bir başka deyişle “Doğu’dan öğrenip Batı’da yeniden paketleme” süreci, bugünün değil, antik dünyanın da bir uygulamasıdır.

Örneğin Yunan alfabesi dediğimiz şey aslında Fenike menşeili bir sistemdir. Alfa, Beta... daha doğrusu Alef, Bet... Harflerin biçimi değişmiş olabilir ama kökleri Doğu Akdeniz limanlarındadır. Yunanlar, deniz ticaretiyle birlikte alfabe kadar sayı sistemini de Doğu'dan taşıdılar. Bugünkü Hint-Arap sayı sistemine geçmeden önce, Persler ve Araplar üzerinden gelen etkilerle hesap yaptılar.

Peki bu aktarımda sorun ne?

Hiçbir uygarlık tümüyle “özgün” değildir elbette... Ancak sorun, Batı'nın bu ortaklaşa üretimi, yalnızca “beyaz bir geçmişin” ürünüymüş gibi yeniden yazmasıdır.

Yunan mirası dedikleri şeyin kendisi gerçekte Roma ile harmanlanmış bir kültürel bulamaca dönüşmüştür. Rönesans döneminde İtalya’da yeniden dirilen “klasik Yunan estetiği”, temel olarak Roma yorumunun, İslam dünyasından çevrilen metinlerle yeniden doğmasıdır. Çünkü 8. yüzyıldan beri, Avrupa skolastiğin karanlığında sürünürken; İbn Sina, Farabi, İbn Rüşd gibi Müslüman filozoflar, Aristo’yu Arapçaya çevirip üzerine yorumlar yazıyorlardı. Bu metinler daha sonra Latinceye çevrilip Avrupa’ya “kurtarıcı bilgi” olarak sunuldu.

İronik ama gerçek: Bugün Batı’nın Aristo'ya borçlu olduğunu söylediği bilgi, gerçekte Aristo’nun değil, Arapçadaki Aristo’nun bilgisidir.

Bu gerçekler bağlamında soruyorum: Medeniyetin Rengi Neden Hep Beyaz Olsun?

Batı’nın “Yunan uygarlığı” miti, yalnızca bilimsel bir anlatı değil; aynı anda politik bir imaj/imge projesidir. Bu imge; Atinalı, beyaz, erkek, estetik düşkünü ve rasyonel bir figür üzerine yapılandırılmıştır. Oysa Mezopotamya’nın çamur tuğlaları, Mısır’ın karanlık tapınakları ya da İslam dünyasının çeviri evleri, bu imgede nedense hiç yer bulamaz.

Çünkü onlar, Batı'nın soylu ve Aryan anlatısına “oldukça doğulu”, “oldukça renkli” ve “oldukça karmaşık” gelir.

Bugün Yunanlar; mutfaktan mimariye, tarihten müziğe kadar birçok kültürel öğede komşularını “taklitçilikle” suçlar. Oysa bu eleştiriyi yöneltenlerin mutfağında baklava vardır, dolma vardır, yoğurt vardır. Ve bunların çoğu; Anadolu’nun, Selçuklu'nun, Osmanlı'nın, Mezopotamya’nın, Orta Doğu’nun binlerce yıllık geleneksel sofra mirasından süzülmüştür.

Kendi kültürel alıntılarını “uygarlık”, başkalarınınkini ise “hırsızlık” olarak görmek, yalnızca çifte standart değildir; aynı anda tarihsel hafızanın ırkçı biçimde düzenlenmesidir.

Sonuç olarak; kimse tümüyle orijinal/özgün değildir ama bazıları “Orijinalmiş/özgünmüş gibi” davranır.

Bilinmelidir ki bu yazı ne Yunan karşıtı bir söylem içeriyor, ne de Doğu yüceltmeciliği yapıyor. Yalnızca tarihin yeniden yazım süreçlerinde hangi seslerin susturulduğunu, hangi renklerin silindiğini, hangi kökenlerin yok sayıldığını sorguluyor.

Unutmayalım: Tarih, yalnızca kazananların değil; susturulanların da öyküsüdür. Ve bu öyküyü yeniden anlatmak, yalnızca akademik bir görev değil; aynı anda etik bir sorumluluktur.

*Dipnot: Bu yazı, “uygarlık kimin hakkıdır?” sorusuna verilen politik ve kültürel bir yanıttır. Hiç kuşkusuz her ulusun tarihi ödünçlerle yazılmıştır. Sorun ödünç almakta değil; alınanı kendine mâl ederken, kaynağı görünmez kılmaktır. Kendinden önce o tarihe emek verenleri yok sayanlara bir karşı duruş olarak yazılmış bir yazıdır.