60’ların Yeşilçam’ından, ALEVLİ YILLAR filminde Ekrem BORA’ya “film icabı” eşini canlandıran Sema ÖZCAN diyor ki:
– Yeni evimizin, yeni yatak odasını alırken, yeni bir gecelik de alacağım kendime…
Yanıtlıyor onu BORA:
– Naylon olsun ama, mavi renkte…
60’lı yılların ortaları... 27 Mayıs 1960 sonrasında askerin yönetime karışmasıyla gerçi ne değişti? MENDERES gitti, DEMİREL geldi. Sonra, 12 Eylül 1980’den sonra DEMİREL gitti, ÖZAL geldi. Döndü durdu hep aynı fırıldak...
İşte o yıllarda, Morrison Süleyman (henüz BABA değil, ağaydı işçisine, köylüsüne), Amerika tarafından parlatılırken; Bursa ipeği gözden düşürüldü, yerine “yapay ipek” geldi. Naylonun sarhoşluğuna tutulduk hep birlikte...
O dönemlerde halk, çiçekli bahçelerin içinde, ağaçların gölgesindeki evlerinden çıkıp apartmanlara taşınmaya özendirildi.
Her sabah folluktan yumurta topladığı tavuklar, sütünü sağdığı koyunlar, biberini, domatesini, maydanozunu yetiştirdiği bostanlar; bu hızlı ve özentili değişimin ardından öksüz, yetim kaldı apartmancı olan halkımızın ardından...
Bir, iki yıl geçmeden o bahçeli, ahşap evlerin yerini; çelik-beton karışımı, sefertası gibi kat kat yapılar aldı. “Çağdaşlaşma” adına herkes kentin kaosuna, karmaşasına kapıldı.
Pazarlarda “hormonlu domates” lafı duyulur oldu. Özü kiraz büyüklüğünde olan domates; irileştikçe irileşti, büyüdükçe tatsızlaştı. İnsanların yaşam çevresi de yeşilden griye dönüştü ve giderek ruhsuzlaştı.
70’lerde Batı, özellikle Avrupa çevre sorunlarını konuşmaya başladı. Anadolu halkıysa henüz duymuyordu bu kaygıları. Çünkü büyük kentler dışında kalan alanlardaki bahçeli evlerinde halk sürdürüyordu yaşam keyfini ve sürdürüyordu yeni doğan bebeye, yeni açılan yuvaya “uğur getirsin” diye ağaç dikme geleneğini…
Sonra geldi 80’ler... Yeni başbakan Turgut ÖZAL ile yepyeni bir dönem başladı. Artık yalnızca domates değil, Devlet’in kendisi de hormonluydu sanki. Devletçilik gitti, liberalizm geldi. Büyümek beceriden sayıldı ama ya kalkınma? O kavram bütünüyle unutuldu. Büyüme masalı eşliğinde, 68’lilerin bazıları bile yeni sistemin dümenine geçti, onların dilinden anlatılan küreselleşme içerikli bir sürü postmodern palavra ile kandırıldı halk.
Hollywood dizileri, reklamlar, AVM’ler eşliğinde değişim hızlandı. Kırıldı ülkenin orta direği ve tabanla tavan arasında hiçbir bağ ve ortak payda kalmadı yurttaşlar arasında... Sonuçta bu ülkede üretilen toplam fayda, yerçekimine meydan okurcasına yukarıya akmaya başladı.
GDO kavramı sessizce girdi kamusal alana; “Hormon” masum kaldı onun yanında.
Genetiği değiştirilmiş organizmalar ya da kısaca GDO...
Bitkilerin binlerce yıllık doğal mirası, artık laboratuvarlarda yeniden yazılıyor.
DNA denilen o ikili sarmalın içine, yabancı genler yerleştiriliyor.
Haşerelere karşı dirençli, uzun raf ömürlü çilekler, domatesler, kabaklar…
Başlangıçta belki iyi niyetliydi; ürünleri korumak, verimi artırmak amaçlanmıştı. Ama sonrasında doğanın dengesiyle oynanmaya başlandı. Bugün genetiğiyle oynanmış ürünlerin sayısının 150’yi geçtiği düşünülüyor.
Bu ürünlerin uzun süre sonra ortaya çıkabilecek olumlu ya da olumsuz etkileri kesin olarak da bilinmiyor. Bilim insanları “kanıt yok” dese de; doğada duyumsadığımız bazı tuhaflıklar, sezgilerimizle hiç örtüşmüyor.
Hiç kuşkusuz bu olumsuzluklar, kaygılar, endişeler bağlamında yapılması gerekenler de bellidir. Öncelikle köylüyü, çiftçiyi bilinçlendirmek... Köylünün; kolay paranın değil, sağlıklı yaşamın peşine düşmesini sağlamak... Tarım işkolunda yer alanları eğitmek, aydınlatmak... Böylece doğal üretimle yeniden Türk tarımının uluslararası pazarda aklanmasını da gerçekleştirmek...
Sonuç olarak Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Osmanlı’dan kalan borçları bile ödeyen tarım işkolu; özveriyle, inatla ve umutla yeniden canlandırılmalı, yeniden ekonomik kalkınmamızda öncü olmalıdır. Çünkü Atatürk'ün EFENDİLİK payesi verdiği köylümüze yakışan da bu öncülüğü başarmaktır. Biliyoruz ki yurdunu, ulusunu, toprağını yürekten seven Türk Köylüsü bu başarıya kesinlikle ulaşacaktır.