Son yıllarda yaz mevsiminin geldiğini; takvime göre değil, orman yangını duyumlarına göre anlıyoruz.
Yağmur duaları değil, taşkın ve sellerden kaçma sorunlarına ilişkin kaygılar çokça konuşuluyor.
Çünkü “Bir şey olmaz ya…” sözleri, gezegenin ölüm fermanı oldu.
Çünkü yalnızca bilim insanları değil; sıradan insanlar bile haykırıyor: Dünya hasta!
Her yerde uyarı afişleri, duvar panoları “Küresel ısınma” diye yazıyor üzerlerinde ve daha ayrıntılı yazılar yer almış alt satırlarda:
“İklim değil, siz değişiyorsunuz!”
Buzullar eriyor, türler yok oluyor, hava kirliliği ölüm saçıyor, toprak kanserli bir hücreye dönmüş.
İnsanlık her 20 dakikada bir türü toprağa gömerken, neden bu kadar çok tüketiyorsun sorusuna karşılık, cebindeki alışveriş fişine bakıp “kampanya vardı” diyebiliyor. Oysa uzmanlar uyarıyor “Küresel ısınmanın en büyük nedeni %30 oranında aşırı tüketimdir.” diye ama umursayan kaç kişi?
Ne yazık ki hepimiz ya da çoğunluğumuz durmaksızın tüketiyoruz, tüketiyoruz. Bitmeyen indirimlerde mutluluk arıyoruz. Sipariş verdiğimiz kargonun plastik ambalajları okyanusları kirletiyor, hiç sorumluluk duymuyoruz.
İşte bu nedenle plastikten değil, alışkanlıklardan korkmalıyız. Çünkü tüketim; yalnızca ürünleri / cebimizdeki parayı değil, geleceğimizi yiyor ama ayırdına varamıyoruz.
Üstelik gözlerimizin önünde sessiz bir soykırım yaşanıyor ki uzmanların belirttiğine göre her yıl 27.000 tür yok oluyormuş.
Acaba hangimiz son kez bir uğur böceği gördü; anımsayan var mı?
Bugünün çocuklarının elleri, bizimkiler gibi toprağa değiyor mu, onu da bilmiyoruz.
Biyoçeşitlilik yalnızca kaplan ya da pandanın kaybı değildir. Biyoçeşitlilik kaybı; arının yokluğunda domatesin yetişemeyeceği, kuşun olmadığı yerde ormanın susacağı bir karabasan gibi bir öyküdür ve biz bu öykünün son sayfasına doğru hızla sürükleniyoruz.
Kuşkusuz önlemler üzerine de tartışıyoruz; örneğin sürdürülebilir kalkınma, örneğin geri dönüşüm kutusu, atıkların yeniden değerlendirilmesi vs... Elbette atıkların yeniden değerlendirilmesi, geri dönüşüm kutusu önemli... Elbette enerji tasarruflu ampul kullanmak güzel. Ama beton belediyeciliği ile kırsal alanlar, kentsel alanlara dönüştürülmesi; ne denli doğru? Gelişmiş Batılı ülkelerde; beton belediyeciliğin yerine permakültür vizyonu yaygınlaşıyorken, bizde konu neredeyse tartışmaya bile açılmıyor.
“Sürdürülebilir kalkınma” kavramı kulağa ne kadar idealist geliyorsa da, değer yargılarında ve uygulamalarda kökten bir dönüşüm olmadıkça her şey sözde kalıyor. Çünkü sorun şudur ki doğayı korumaktan da öte, önemli olan doğayla birlikte yaşamak; ne yazık ki biz bunu henüz hiç beceremiyoruz.
Bilinmelidir ki;
Çevre sorunları yerel değil, evrensel; ama çağrısı kişiseldir.
Bize düşen, “Ne fark eder ki?” ya da "Aman sen de" sözlerini çöpe atmaktır.
Bir çocuğa ağaç gölgesi bırakmak için
Bir sabah arabayı bırakıp yürümek için
Bir seçimde çevreyi önceleyen adaya oy vermek için
Bir avuç toprağa umut ekmek için henüz çok geç değil.
Hoca Nasreddin'in dediği gibi bindiğimiz dalı kesmekten sakınmalıyız. Zararın neresinden dönülürse kardır ilkesiyle; doğaya ve doğada var olan tüm canlılara saygılı, özenli ve sorumluluk duyarak, bu dünyayı onlarla paylaştığımızı unutmadan yaşamalıyız.