Memleketim insanı, nevi şahsına münhasır bir canlı türüdür.

Özellikle de “kendini ateşe atmaktan korkanlar” ya da daha açık bir anlatımla gerçekte gölgesinden bile tırsıp klavye arkasından ahkâm kesenler; söz konusu olduğunda, bu türün evrimi gerçekten hayranlık uyandırıcıdır. Çünkü bu arkadaşlar, ateşle imtihan bir yana, sıcak bir sohbete bile katılmaktan sakınırlar; Hıdırellez ateşinden atlama konusundaysa  işveli Çingene kızı edasında boy gösterirler. 

Son yirmi yılda toplumsal yaşamımızda öyle bir “geleneksele dönüş” furyası esiyor ki, sanırsınız hepimiz birden 70'li yıllara ışınlandık. Çünkü günümüzde; silikon vadilerinde yetişmiş, dudakları botoksla şişirilmiş dilberler bile kına gecesi düzenliyor. Rakı sofralarının “modern” kadınlarıysa Hıdırellez ateşinin üzerinden atlarken dileklerini sıralıyor:
“Ayol inşallah bir Hermes çanta almaya param yeter ya da alacak birini bulurum!”

Bu gidişle yakında komşuculuk oynamaya da başlarlar, demedi demeyin.
“İyi adamın karısı kurna başında belli olur” minvalinde derinlikli  ata değil ana-sözlerimizle; gelin hamamlarında zeytinyağlı sarma eşliğinde dedikodu kazanları kaynatılır. Cevizli lokumlar mideye indirilir, ardından da çengili çalgılar eşliğinde tombul göbeklerle raks edilir. Belki de “Aman komşular duymasın” nidalarıyla fallar açılır, kısmetler aranır, nazarlar dualarla bozulur.

Hey gidi demokrasi hey!

Henüz 70'li yıllarda; alanlarda hak arayanların sesleri yıllardır kesildiğinden beri...

Seçme hakkı sandıkla sınırlanmış, söz hakkı story’lere devrolmuş bir çağda yaşarken... Öyle bir demokrasi kavramıyla sarıp, sarmalandık ki içimizdeki coşku, tutku; ne ateşi yakabiliyor ne de ateşe yürüyeni koruyabiliyor. Ama yetmezmiş gibi bu eksikliği de “geleneklere dönüş” makyajıyla kapatmaya çalışıyor.

Ve şimdi, daha da ironik bir sahneye tanık oluyoruz:
2025 yılının 6 Mayıs sabahında...
Bir yanda Hıdırellez dilekleriyle ateşten atlayanlar; diğer yanda o sabahın utancıyla yürekleri kanayanlar...
6 Mayıs 1972’de, tam da böyle bir Hıdırellez sabahında darağacına gönderilen “Üç Fidan”ın — Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın — anısına sosyal medyada birkaç dramatik müzikli ağıt.
Birkaç emoji, bir iki hashtag: #ÜçFidan #Unutmadık
Ve ardından, kaldığı yerden devam eden instgaramda, tiktokda paylaşılacak filtreli danslar, müzikli story'ler, dilek ağaçlarına bağlanan kozmetik temenniler...

Ne tuhaf değil mi?
Dünlerde bu topraklarda idealleri/ ülküleri uğruna canını verenler vardı.
Bugünlerde onların adını anarken bile cesaret gösteremeyenler, ateşin üstünden atlarken kahramanlık duygusuna kapılıyor.
Unutmadık diyorlar, evet — ama duyumsamıyorlar. Çünkü anımsamak artık bir refleks değil, bir içerik paylaşımı...

Çünkü artık insanlar gerçek yaşamda cesaret edemedikleri her türlü “kahramanlığı”, geleneksel ritüellerin anonimliği ardına sığınarak sergileme olanağı buluyor.
Ateşten korkan mangal yakar, gölgesinden tırsan Hıdırellez ateşinden atlar.
Eh, ne de olsa “mış gibi yapmak” da bir tür eylemdir, değil mi?

Hem belki de böylelikle, içlerindeki o küçücük “özgür ruh” kırıntısı bir anlığına da olsa doyar. Kim bilir?
Belki de bir sonraki aşamada “mış gibi devrimcilik” bile icat ederler — algoritma dostu, sponsorlu, filtreli devrimcilikler.

Bekleyip görelim...