Düşünceleriyle topluma ve siyasete geleceğe dönük yön verme rolü kendilerine atfedilen aydınların, halka, halkın tercihlerine, geleneklerine, değerlerine karşıtlık içerisinde olması, halktan kopuk olması önemli bir sorundur.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban romanında ülkemizin kuruluş günlerinde aydın yabancılaşmasını ele alır. Bu laik ve Batıya kendini yakın hisseden aydın kesim önce Cumhuriyeti yönetmiş sonra 1950’li yıllardan başlamak üzere günümüze değin yabancılaştığı geniş kitlelerden uzaklaştıkça revaç görmemiş, devleti ve halkı yönetebilmekten yavaş yavaş uzaklaşmıştır.
Yaban romanının konusunun geçtiği 1920’li yıllarda İstanbul’lu aydınlar, Anadolu hakkında bilgi eksikliği nedeniyle doğru teşhisler, yaklaşımlar kurmakta zorlanmışlardır. Buna rağmen, Atatürk’ün “köylü milletin efendisidir” şeklindeki doğru teşhisi ile yaşadığı dönemde uyguladığı politikalar ve köy enstitülerinin yaşandığı dönemden sonra artık aydınların köye ilişkin etkili çözümleri pek olmamıştır.
Atatürk’ün toprak reformu büyük hedefi iken buna ömrü vefa etmemiştir. Sonraki dönemde muhafazakar yöneticiler yönetim erkini ele geçirdiğinde köylülerin feodal etkilerden kurtaracak toprak reformu tamamen rafa kaldırılmıştır. Bunun sonucunda geniş toplum kesimleri Cumhuriyet aydınlanmasını takiben başlayan eğitim ve modernleşme ataklarından uzak kalmaya başlamıştır. Okuma yazma oranı şehirlerin çok altına düşmüştür.
Aşiret reisleri ve büyük toprak sahiplerinin etkisi ve baskısı altında kalan geniş köylü kitleler köylerde nüfus artışı sonucunda nefes alamaz hale gelince kentlere göç etmeye başladılar. Modern yaşam tarzını benimsemiş şehirlilerden farklılıkları ve şehirli aydınların ön yargılı yaklaşımları nedeniyle şehre göç eden bu ilk kitleler, şehir yaşamı ve şehirlilerle iletişim sorunu yaşadılar. Köylülere karşı ilk alay sözleri bu dönemlerde başlamıştır.
Zamanla köyden eğitim fırsatı bularak çıkanlarla, köyden göç ederek büyük şehirlerde eğitim fırsatı bulanlar arasından 1960-70’li yıllarda köy kökenli aydın bir kesim ortaya çıktı. Şehir kökenli aydınlar daha batıcı, liberal laik ve modernist iken köy ve gecekondu bölgelerinden yetişen aydınlar sol çizgiden kırsal ve yoksulluğa yönelik sorunları dile getirdiler. Buna karşın devleti yöneten eğitimli bürokratlarda ise muhafazakar görüşler hakimdi.
Özellikle 1960’lı yılların sonları ve 1970’li yıllarda şehir veya köy kökenli aydınlar beraber hareket ederek geniş gecekondu kitleleri üzerinde etkili oldular. Bu dönemde soldaki Cumhuriyet Halk Partisi’nin laik ve etkili söylemleriyle dikkat çeken güçlü lideri Bülent Ecevit, köylerde ve gecekondu semtlerinde büyük başarı kazandı. 1974 ve 1977 yılında iktidar oldu. Ecevit seçimlerde “zengin semtlerden ise oy alamamıştı”. Ecevit’in, Kıbrıs’a çıkarma yapması, haşhaş ekimi konusunda ve Amerika’nın istemediği çok sayıdaki politikalarda ısrarlı olması sonucu Türkiye’de 70’li yılların ikinci yarısında Amerikan ambargosu dönemi başladı. 1968 ve devamı yıllarda özellikle gençler arasında başlayan Amerikan aleyhtarlığı aynı dönemde arttı. Çoğunluğu dış kaynaklı olmak üzere gençler arasında siyasi bölünmeye yol açan karşıt görüşler ve bunu takiben silahlı çatışmalar ortaya çıktı. Sağ-sol çatışmalarını bahane eden 12 Eylül 1980 darbesi ile ülkede farklı bir dönem başladı.
1980 darbesi, Atatürkçü görünüm altında Atatürkçülüğe en büyük zararı verdi. Generallerin, Atatürk ilkelerini dayatmacı ve samimi olmayan şekilde angaje etmeye çalışması toplum üzerinde olumsuz etki yaptı. Ayrıca, gençler ve aydınlar tutuklandı, işkence ve baskılar nedeniyle bir nesil kaybedildi. Aydınların ise bir kısmı yurt dışına gitti, bir kısmı da cezaevine kondu. Bir kısım aydın sisteme uyum sağladı.
1980 darbesinin en önemli sonuçlarından biri, darbenin solcu ve milliyetçi gençler ve aydınlar üzerinde baskı kurması sonucunda gençlerin siyasetten soğutulmasıdır. Bu kesimler bu yüzden uzun süre apolitize olmuştur. Aydınların sessizleştirilmesi sonucu gençlerin düştüğü ideoloji boşluğu “cemaatler şeklinde örgütlenen” grupların işine yaramıştır. Fetö ve diğer cemaatlerin etkisine giren yeni yetişen nesil bu dönemi takiben oluşmuştur. Bu nesilin askeri yönetim ve devamı iktidarlarca görmezden gelinmesi ilginçtir. 1980’li ve devamı yıllarda cemaatler, darbeden önce laik ve aydınlanmacı, milliyetçi fikirlerin yayıldığı yoksul gecekondularda ve köylerde etkili oldular. Eğitim seviyesi daha düşük kitleler özellikle kadınlar ve gençler üzerinde etkili olmaya başladılar. Aynı dönemde cemaat yurtları da yayılmış, burs ve benzeri teşviklerle yoksul çocuklar etkilenerek yurtlarda Atatürk karşıtı gençler yetiştirilmiştir.
Aydınlarla geniş halk kitlelerinin ilkesel beraberliği 1968 ve 70’lerde sağlanmış iken 1980’li yılların başlarında sessizleştirilen aydınların bir kısmı halka yönelik ideallerinden dönerek Özal’ın liberal politikalarına hizmet etmiştir. Büyük bir kısmı da halktan koparak daha soyut konularla ilgilenmiştir.
Muhafazakar iktidarların başladığı 2000’li yılların başında köylerde kalan yaşlı seçmenler ve şehirlerdeki gençler ve kadınlar arasında muhafazakar Ak Parti’ye yoğun yönelim olmuştur. Bu yönelim üzerine; sol, laik, batıcı ve liberal görüşleri daha baskın olarak benimseyen aydınlar kent varoşlarında ve köylerdeki muhafazakar seçmenin eğitim, dini yönelim gibi özelliklerini ve seçmenin oy tercihlerini eleştirmiştir. Yapılan eleştiriler ağırdır. Eğitim seviyesinin düşüklüğünden ve dini yönelimlerinden, Aziz Nesin tarafından öne atılan bir oran üzerinden eleştiriler yapılmakta olup bu eleştirilerin şekli ve boyutu kendine aydın diyen kesimin mantalitesine, aydın etik değerlerine uygun değildir. Buna karşın bu eleştiri ve yakıştırmalar her seçimin ardından dozu artırılarak halen devam ettirilme eğilimindedir.
2000’li yıllardan sonra gelişen aydın – halk ayrışması sadece entelektüel kesimin bir sorunu değildi. Muhalefet için de aynı sorun vardı. Cumhuriyet Halk Partisi 1970’li yıllarda yüksek oranda oy aldığı işçilerin yaşadığı mahallelerden ve köylerden oy almakta zorlanmaya başladı. Buna karşın eskiden CHP’ye oy vermeyen şehirlerin zengin mahalleleri ve iyi eğitimli kesimleri bu kez CHP’yi tercih etmeye başladı. Bu durum CHP’ye “elitlerin partisi” görüntüsü vermesinin yanında, Ak Parti’nin ise medyayı elinde tutarak propaganda makinesini kullanması hem aydınların hem de muhalefetin geniş kitlelere ulaşmasının yolunu kesmeye başladı. Sosyal medyanın bir nebze olsun özgür ortamının olması ise trol denen yapılar nedeniyle iletişim kalitesi engellendiğinden aydınlarla halk arasında yeterli bir bağ oluşturulamadı.
Bu ortamda günümüzde Z Kuşağı denilen genç kuşağın farklı düşündüğü, yeni bir muhalif yönelim içinde olduğu şeklinde düşünceler oluşmakla beraber bu kuşağın ülke sorunlarını algılamasında, geniş kitlelere yaklaşımında ve iletişiminde sorunlar vardır. Her şeyden önce aydınlar ile Z Kuşağı arasında da iletişim sorunu olduğundan Z Kuşağının görüş ve fikirlerinin entelektüel bakışla zenginleştirilmesi ve selekte edilmesi de henüz sağlanmış değildir. Bunun yanında, aydınların yukarıda bahsedilen yaklaşım hatalarından sıyrılıp tüm halk kesimlerine önyargısız ve etik yaklaşım göstermedeki sorunlarını aşması gerekiyor.
Asıl sorun muhalefetin ve “aydınların” tüm toplum kesimleri ile sadece aynı dili konuşamamaları değil, bunun farkında dahi olmayışlarıdır. Bu yetmezmiş gibi bu gruplar seçim kaybedince halkın kendilerini anlamadıklarını düşünmeye başlarlar. Bu durum, “aydının, halktan entelektüel kopuşu” anlamında bir hatadır.
Türkiye’deki sol partiler ve aydınlar kendilerinin halk içinden geldiklerini, halk ile aralarında bir iletişim sorunu olamayacağını savunurlar. Seçimden seçime halkla konuşarak sorun algılaması yapan siyasiler “halktan çok şey öğrendiklerini” söylüyorlar. Bu aynı zamanda seçim olmasaydı halkla ilgili “bir çok şeyi bilemeyeceklerinin, halktan kopuk olduklarının” ikrarıdır.
Aslında muhalefet ve aydınların halkla iletişim kurabilecek çok sayıda angajmanları vardır. Sorun, iletişim için strateji üretip çok çalışmamak ve özden bağlı oldukları siyasi ve entelektüel ideallerinin olmamasıdır. Sırf bu ilkesizlik ve ideallere bağlı olmamak nedeni ile oluşan rehavet yüzünden Türk halkı, problemlerinin çözümünde iyi eğitimli elitlerin yardımını ve çözümlerini alamıyor. Yeterli eğitim alamadığı için kendi de çözüm üretemiyor. Örneğin, işsiz olduğu için sosyal yardım alan kesim işsizliğe çözüm üretmeyen ama ona sosyal yardım yapan iktidarın bu politikasının hatalı olduğunu sorgulayamıyor. Bunun yanlışlığının aydınlarla halkın iletişimiyle ortaya konması ve çözüm üretilmesi mümkün iken, iletişim için ilk adımı atması gereken aydınlar bunu yapmayıp “makarnaya, kömüre oylarını veriyorlar” eleştirisini yapabiliyorlar. Yanlış. Bu aydın davranışı değildir.
Ülkemize, milyonlarca yeni göçmen geldi, gelmektedir. Bu göçmenlerin gelişine “geri göndereceğiz” şeklinde karşı duruş da aydın davranışı değildir. Bu karşı duruşun nedenlerinden biri iktidarın gelenlerden oy olarak yandaş toplayacağı kaygısıdır. Her şeyden önce Suriye’den gelenlerin çoğu IŞİD’ten kaçmıştır. Afganistan’dan gelenler ise Taliban’dan kaçan kişilerdir. Entelektüel bakışlı bir aydın siyasetçi, gelen kişilerin “laik bir ülkeye” geçiş yapmak istediklerini göz önüne alır. Yani bu kişilerle “insani, laik yaşam tarzı” yönünden iletişim kurulabileceğini, bunların radikal söylemleri olan bir parti yerine laik ve özgürlükçü söylemleri olan partileri tercih edebileceklerini, onların; giyimlerine, geleneklerine, sakallarına bakmaksızın, kategorize etmeksizin anlamak gereklidir. Muhalefetin, özellikle CHP’nin bu kesimin oylarını alma şansı yüksekken bunu yapmıyor, göçmenlerle ilgili bir iletişim programı yok. Aydın ve zeki insan kaynağını böyle bir çözüm için yönlendirmiyor. Bu yüzden de menfi propagandaya da maruz kalıyor.
Sonuç olarak, ülkemiz; dışarıya beyin göçü süreci yaşadığı gibi, entelektüel birikim sahibi aydınların halkla iletişiminin kopukluğu nedeniyle sorun algılaması yapamıyor. Dolayısıyla çözümler de üretilemiyor. Halkımızın, aydınlarla iletişimden mahrum edilmesi ve yalnız bırakılması, evrensel değerlerden uzak kalması, aydınlarımızın halkımıza “yabancı kalması” çok büyük bir kaybımızdır. Aydın, bunu anlamıyor.