ABD’de federal araziler kömür lobisine tahsis edilirken, bizde de doğa bir bakıma “açık artırma usulü” ile ranta devrediliyor. Ama burada fark şu: Onlar bunu milyon acre ile yapıyor, biz bir köyün hemen yamacında, ormanın tam göbeğinde, kuşların, sincapların, çocukların bağırışları arasında yapıyoruz.
Amerika’da İçişleri Bakanı çıkıp, kameralar karşısında konuşuyor. Bizde ise işler daha “sessizce” yürütülüyor. Haritalar değişiyor, ÇED raporları “olumlu” çıkıyor, halkın haykırışı “duyulmamış” sayılıyor.
Çünkü bizim ülkemizde doğa korunmaz; gerekirse ikna edilir.
Türkiye’de son yıllarda altın, linyit, nikel, mermer, bazalt, kalker ve ne bulursak çıkarma iştahı arttı. Üstelik bu madenler bazen bir sit alanında, bazen bir zeytinlikte, bazen de çocukların oyun alanında filizleniyor.
Üstelik bizim Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığımız, bazen çevreyi değil şirketin değişikliğini gözetir gibi davranıyor bir başka deyişle “çevre dostu” dedikleri şey, genellikle şirketle dostluk kurmuş olan bir çevre anlayışı gerçekleşiyor.
Anımsayın: Kazdağları’nda 350 bin ağacın kesilmesine karşın henüz “kazma vurulmadı” denmişti.
Cerattepe, Akbelen, Fatsa, Munzur, Salda, İkizdere… Liste uzun, içimizdeki karanlık daha uzun, daha kapsamlı...
Ama ne hikmetse, her doğa tahribatının başında hep aynı sözler var:
“Yatırım, bölge halkı için istihdam yaratacak.”
İstihdam denince, kırılmış ağaç dallarını toplayan köylü kadınlar mı geliyor akıllarına, yoksa göç etmek zorunda kalan gençler mi?
Orman yanınca, “kundakçı” bulunur, “vatan haini” olarak yaftalanır.
Ama ormana dozer girince, buna “kalkınma yatırımı” denir, egemenlerce desteklenir.
Oysa bir ağacı baltayla da yok edebilirsin, belgeyle de...
Türkiye’de çevre katliamı bazen bir imzadır, bazen de bir “ÇED gerekli değildir” kararının gölgesidir.
Yine de doğa teslim olmuyor. Ve halk da...
Ağaçlara sarılan nineler, jandarmaya taş atan çocuklar, dilekçe yazan öğretmenler, çadırda yaşayan çevreciler...
Bir yanda şirketin dosyaları, öbür yanda halkın vicdanı...
Hangisi daha ağır basar? Bilinmez. Ama toprak; kime ait olduğunu bilir.
Bugün Türkiye’de bazı bölgelerde insandan çok maden ruhsatı var.
Ve doğa, artık bir kaynak değil; bir kazanç kalemi...
Oysa doğa ne hammadde, ne arazi, ne arsa. Doğa; bir yaşam, bir çocukluk, bir nefes, bir yuvadır.
Biz Amerika’yı "oradaki maden lobicilerini mutlu eden Trump'ı" izlemek zorunda değiliz. Ama kendi toprağımızda yabancı gibi yaşamayı da içimize sindirmek zorunda değiliz.
Belki bir gün, bir maden ruhsatı iptal edilirken, bir yetkili çıkar ve şöyle der:
“Artık burası halka aittir.”
İşte o gün, halk için gerçekten şenliklerle kutlanacak ulusal bir bayram olur.