Adı konmadık yükler taşır farkında sız insanlar;

Ve dokunur sıradan aymazların çelmesi yaşama!

Dökülür gözyaşı pınarları toplumun havzalarına…

Düşer gözleri kapalı renkler kollarına karanlığın!

İnanmak bir yetmezlik ve yeterlik sorunudur. Her birey, gereksindiği kadar inanır. Bu nedenle inanmak noksanını tamamlamaktır. Aslında inanmak bir yaşamsal gerekliliktir. Bireylerin koşullarının gerektirdiği yeterliğe erişmesi, noksanlarını tamamlamasıyla olanaklıdır. Yetmezliğini bir biçimde tamamlayan birey, kendisini güvende, huzurlu ve üretken olarak görme şansını yakalar; normal sınırlar çerçevesinde kaldığı sürece. Kendine yeterlik, çok gerekli bir özelliktir. Yaşamı ve yaşamları yaşanır kılma potansiyeli taşır. Doğrulara inanan bireyler her koşulda güçlü ve sorun çözme yeteneğine sahip olurlar. Bu nedenle doğruya, iyiye, güzele ve gerçeğe inanmak, nitelikli bireylere özgüdür. Nitelikli bireyler üretken, yaratıcı, hoşgörülü ve uzlaşmacı aynı zamanda da saygın olan insanlardır. Bunlara itibarlı insanlar diyebiliriz.

İnanmak, güvene gerek duyuran bir gerekliliktir. Güven gerçeklik ile ilintilidir. Gerçek doğru olan ve olması gerekendir. İşte bu nokta bütün görev inanan bireylere düşmektedir. Neye, nasıl ve niçin inandığını sorgulamalıdır. Çünkü inanmak, yanılgıların veya aldatılmaların eşiğidir. Bu noktada doğrudan kaynağa erişme yerine aracıların aktardıklarına inanmak, inancı sakatlamaktadır. Aracılar öncelikle kendi çıkarlarını gözeten yorumları iletirler.

İnanmak toplumsal dalgaların oluşmasına neden olabilir. Dalgalar özünü korumada sorunludur. Çıkarcı aracılar, kendi yararlarına gördükleri şeyleri iletilerine yükleyebilirler. Hurafeler inançlara zarar verir. Din ile ilgili bir konuşma sırasında Melih Cevdet’e; “Din hurafelerden ayıklanmalıdır” dediklerinde Cevdet’in yanıtı şöyle olur; “Neyi ayıklıyorsunuz, zaten dinin hepsi hurafe…” İnançlar eleştirilmez, soruşturulmaz ve araştırılmaz bir konuma sahip. Bu özellikleri nedeniyle çıkarcı aracılara kapı aralamış oluyor. Alıcılar ihtiyaç içinde olan kişiler olduklarından, ürün en kısa süre içinde nihai tüketicilere ulaşıyor. Bütün bunlar olabilir şeyler olarak gözüküyor. Bu normal dışı oluşumu normalleştiren; eğitimsiz, kültürsüz ve kendine yeterlikten uzak kitlelerin yetiştirilmesidir. Kendine yetemeyenler, yetmezliklerini tamamlamaya yöneldiklerinde; çıkarcıların tuzaklarına düşmeleri kaçınılmaz olabilir. Oysa inanmak ne aldatılmak ne de aldanmak değildir.

Genellikle sorunlu bir inanma süreci yaşanıyor. Bir şeyin gerçek olup olmadığını öğrenmeyip, sadece söyleyene bakarak tavır alınıyor. Bu yanlış tavır alışı medyanın büyük bölümü onaylıyor. Bazı kişiler yanlışları görmelerine karşın, konumları gereği, inanmış gibi yapıyorlar. Bizim çocukluğumuzda gerçekliklerin kanıtı olarak; “Radyo söyledi veya gazetede çıktı…” denirdi.

Artık inanmak gerçeklik üzerinden değil; konum ve koşullara göre tavır almaları gerektirir olmuştur. Gözümüzün içine baka baka yalan söylüyorlar. İnanmak ile din arasında bir ilişki var; din sadece inanılan şeylerin bir kısmıdır. Buradaki sorun, tüm inanılacak olan şeyleri din üzerinden tanımlamaktır(!) Laikliğin devreye girdiği nokta burasıdır. İnanmayı bir özgürlük olarak tanımlayıp; inançları koruyup kollama işlevine sahip çıkar.

İnsanlar için sakıncalı olabilecek inanma biçimi; görmeden, bilmeden ve anlamadan inanmaktır! İşin ilginç yanı, yığınlar en çok en az bildiklerine inanırlar(!) Bu tekil bir davranış gibi görülse de inançla ilgili konular çok hızlı biçimde ve geniş alanlara yayılma olanağına sahiptir. Bu olgu gerçekleri olduğu gibi, aynı zamanda geleceği de olumsuz olarak etkiler. “Dünyanın bütün orduları inançları yenemez!” diyen bir sözü anımsıyorum…

Diken üstündedir köhne dünya,

Her yer katıksız zulüm bahçesi.

Çarmıhtaki umut can havlindedir,

Baharın güze çözülme çaresizliğinde!