Doğanın Unutulan Sofrası: Bogomillerden Tengriciliğe, Bektaşilikten Bugüne
Tarih, bize üç farklı coğrafyadan, üç farklı halkın kalbinden ve üç farklı öğreti üzerinden aslında tek bir gerçeği fısıldıyor. Balkan dağlarının mağaralarında arınmayı arayan Bogomiller, bozkırların sonsuz göğüne bakarak yaşamın dengesini arayan Tengriciler ve Anadolu’nun meydanlarında eşitliği, paylaşımı ve doğanın kutsallığını sofraya taşıyan Bektaşiler… Farklı dönemlerde, farklı topraklarda yaşamış olsalar da hepsinin ortak bir çağrısı vardı:
Doğayla barışmadan, insanla da barışamayız.
Bogomiller: Sessiz Mağaraların Haykırışı
Bogomiller, görkemli katedralleri değil, mağaraların yalın sessizliğini seçtiler. Onlar için Tanrı, taşın soğukluğunda, rüzgârın uğultusunda, dağların gölgesindeydi. Dogmaya ve feodal düzenin baskısına karşı çıkarken temel olarak şunu söylüyorlardı: Gerçeği aramak için altın kubbelere gerek yok; doğanın saf sesine kulak vermek yeterlidir. Bugün biz, neon ışıklı alışveriş merkezlerinde, cam tavanlı gökdelenlerde aynı gerçeği arıyoruz ama bulamıyoruz. Çünkü arınmanın mekânı beton duvarlar değil, doğanın yalınlığıdır.
Tengriciler: Gökyüzünün Sonsuz Öğretisi
Tengricilik, göçebe halkların göğe yazdığı şiirdi. Onlar için her dağın bir ruhu, her ırmağın bir nefesi, her ağacın bir canı vardı. Şamanın göğe ve yere yaptığı yolculuk, insanla doğa arasındaki manevi diyalogun simgesiydi. Bugün göğe baktığımızda yıldızları değil, reklam panolarını, dev kuleleri ve yapay uyduları görüyoruz. Gökyüzümüz betonla, ışık kirliliğiyle kararmış durumda. Bu yüzden yönümüzü kaybettik. Göğe bakmayı unutan insan, kendi iç göğünü de kararttı. Tengricilerin öğrettiği dengeyi kaybettiğimiz için yalnızca ekosistem değil, toplumsal düzen de çöküyor.
Bektaşiler: Sofrada Eşitlik ve Direniş
Bektaşi sofrası, eşitlik ve paylaşımın mekânıydı. Kadın–erkek yan yana oturur, herkes aynı lokmayı bölüşürdü. Bu sofra, doğanın nimetleriyle kurulurdu: su, toprak, ekmek, üzüm… Hepsi kutsal bir döngünün parçalarıydı. “Taş da Hak’tır, ağaç da Hak’tır” sözü, yalnızca mistik bir öğreti değil; ekolojik bir bildirgeydi. Bugün kentlerimizde sofralar, tüketimin ve gösterişin sahnesine dönüştü. Bereketin yerini israf, paylaşımın yerini rekabet aldı. Bektaşi sofrası bize hâlâ haykırıyor: Doğayla barışmadan insanla barışamayız. Direniş yalnızca siyasal değildir; aynı anda ekolojik ve manevi bir duruştur.
Bugünün Dünyası: Gerçekle Çelişen Bir Yaşam
Peki bugün biz neredeyiz? Yıldızların yerine beton kuleler, mağaraların yerine neon ışıklı AVM’ler, sofraların yerine hızlı tüketim zincirleri var. Dağlarımız ruhunu kaybetti, nehirlerimiz sesini... Ruhumuzu arındıracak sessiz mağaralarımız yok; kalabalık ama yalnız kalabalıklarımız var. Göğe bakarak yön bulmak yerine, telefon ekranlarından yön bulmaya çalışıyoruz.
Ve bütün bunların ortasında, üç öğreti bin yıl öteden bize usanmadan sesleniyor:
-
Bogomiller yalın/doğal yaşamı,
-
Tengriciler dengeyi,
-
Bektaşiler eşitliği ve paylaşımı öğütlüyor.
Her biri çağdaş insan için bir uyarıdır: Doğayı tüketmeye devam edersek, sonunda kendimizi de tüketeceğiz.
Son Söz
Bu soru; yalnızca tarihsel bir merak değil, çağımızın en yakıcı sorusudur. Eğer Bogomillerin mağarasını, Tengricilerin göğünü, Bektaşilerin sofrasını yalnızca folklorik bir anı olarak görürsek yanılırız. Çünkü onlar, bugünün ekolojik krizine yanıt verebilecek güncel dersler barındırıyor.
Sonuçta şunu söylemek gerekiyor:
Bogomillerin mağarasını, Tengricilerin göğünü, Bektaşilerin sofrasını yeniden anımsamadan; özgürlüğün, barışın ve adaletin kapısı açılmayacak.
Doğanın unutulan sofrasına geri dönmek zorundayız. Çünkü insanın gerçek tapınağı; ne katedraldir ne saray ne de gökdelen… Gerçek tapınağımız; gökyüzü, toprak, su ve bir çınar gölgesinde paylaşılan ekmektir.