Bogomillerden Bugüne: Doğada Arınma, Kentte Çürüme
Balkanların sarp kayalıklarında, sisle örtülü vadilerinde, saklı mağaralarında çok eski dönemlerde küçük topluluklar yaşardı. Onlar, tarihin kitaplarına “Bogomiller” adıyla geçti. Bizans’ın gözünde sapkın, Katolik kilisesinin gözünde tehdit, feodal beylerin gözünde ise düzen bozucu bir topluluktu onlar... Ama kendi gözlerinde yalnızca gerçeği arayan, doğayla bağ kurarak ruhlarını arındırmaya çalışan bir topluluk…
Bogomiller'in inancı, gösterişli taş katedrallerin görkemine sırt çevirmekti. Onlar için Tanrı altın kaplamalı mihraplarda değil; rüzgârın esintisinde, suyun akışında, gökyüzünün maviliğinde, bir taşın sessizliğinde saklıydı. Kilisenin otoritesini reddetmeleri, yalnızca bir teolojik karşı çıkış değildi; aynı anda dönemin sosyal ve ekonomik düzenine bir başkaldırıydı. Çünkü kilise ile feodal düzen, dini dogmalar üzerinden hem ruhu hem bedeni zincire vuruyordu. Bogomiller, bu zincirleri kırmak için doğaya döndüler; yalın/doğal yaşam, ortaklık ve paylaşım onların ruhsal ve toplumsal silahıydı.
Bugün biz, bin yıl sonra, çok farklı bir çağda yaşadığımızı sanıyoruz. Ama çevremize bakınca, temel olarak benzer bir tabloyla karşılaşıyoruz. Beton ormanlarıyla kuşatılmış kentlerde, göğe doğru yükselen gökdelenlerin gölgesinde dolaşıyoruz. Kapitalist düzenin sömürü çarkında; geçmişin kilise katedralleri yerini, “tüketimin tapınakları” dediğimiz devasa alışveriş merkezlerine bıraktı. O yüksek kubbelerin yerini cam tavanlı, yapay ışıklarla donatılmış alışveriş galerileri aldı. İşte bu düzende biz bugün yine binlerce yıldır sorulan aynı soruyu sormak zorunda kalıyoruz: Gerçek arınma nerededir?
Katedral görünümlü AVM’lerde mi, yoksa bir çınar ağacının gölgesinde mi? Vitrinleri süsleyen neon ışıklarının altında mı, yoksa bir dere kıyısında, sessizce akan suyun serinliğinde mi?
Bogomiller'in "doğal/yalın yaşam” çağrısı, bugün içinde bulunduğumuz tüketim çılgınlığını daha da çarpıcı kılıyor. Onlar, fazlalıklardan arınmayı, dünyasal görkemin ve gösterişin yükünden kurtulmayı öğütlüyordu. Biz ise bugün doyumsuz tüketim alışkanlığımızın yönlendirmesiyle fazlalıkların içinde boğuluyoruz; dolaplarımız giysiyle, mutfaklarımız yiyecekle, evlerimiz eşyayla dolu ama ruhlarımız aç, kalplerimiz susuz...
Tarih bize ilginç oyunlar oynar. Dünlerde kilise otoritelerinin “sapkın” olarak tanımladığı Bogomiller, gerçekte belki de bugünün “sağlıklı yaşam”, “minimalizm” ve “eko-köy” hareketlerinin öncülleriydi. Ama fark şu ki onlarınki bir trend, bir tüketim tercihi değil; varoluşsal bir dirençti. Yalnızca daha az tüketmek için değil, özgürleşmek için yalın/doğal yaşıyorlardı.
Kentlerimizdeki görünüme bakalım... Toprak betonla kaplandıkça yağmur suyu; toprağa değil kanalizasyona akıyor, dereler taşkın oluyor, barajlar kuruyor. İnsan doğadan uzaklaştıkça; öfke, yalnızlık ve umutsuzluk artıyor. Çünkü doğayla kurulan bağ yalnızca ekolojik değil, aynı anda ruhsal bir bağdır. Bogomiller bunu sezmişti. Biz ise aymazlığımızla “modern” sandığımız dünyada doğayı yok ederek özgürleşeceğimizi sanıyoruz.
Oysa onların mağaralardan yükselen sesi, bin yıl öteden bize bugünlerde bile bir şey söylüyor:
Doğaya dönmeden, doğaya saygı duymadan, doğayla uyumlu yaşamadan; özgürleşmek olanaklı değil!