Türkiye’nin toplumsal tarihinde 68’lilerin ayrı bir yeri var. Ne yazık ki, ülkenin bağımsızlığı için ve demokratik haklar için mücadele eden bu kuşak, farklı biçimlerde yok edilmiştir. Nurhak ve Kızıldere bu yok edişin örnekleridir. Bu anımsamalara katkı yapmak için bir öykümden bir parça ve şiirimi 68’li ve 78’li dostlarımla paylaşmak istiyorum.
N U R H A K S A N A G Ü N E Ş D O Ğ M A Z!..
Sürgünler en alımlı renkleriydi yaşamın. Onlar sevgiler ve güzellikler adına yola çıktılar. Kendileri için istediklerinden daha fazlasını hep başkaları için istediler. Yüreklerini namlulara sürdüklerinde, sonsuz doğurganlığı ile rengârenk gülümsüyordu bahar. Yüreklerinde umut, gözlerinde gökkuşağı parıltısında kurtuluş ve ellerinde yüklü mavzerler... Yürüdüler kırlardan, incitmeden karıncayı. Yürekleri bahar, elleri umut ve bakışları güneş yüklüyken...
Sabahın ala şafağında bir çoban gözüktü tavşan ürkekliğinde. Korkudan sırılsıklam olmuştu tüm giysileri. Dostça, yiğitçe ve kardeşçe ünledi Sinan:” Gelir misin çoban kardeş sana bir zararımız dokunmaz. Biz açız. Para verelim, bize gittiğin köyden yiyecek bir şeyler getir.” Çoban şaşkındı. Köyde anlatılan insanlar karşısında duruyordu. Tepeden tırnağa silahlı. Çoban can havliyle fırladığı gibi sazlıklara daldı. Ardından kurşun atan yoktu ama atılsaydı bile, belki de zor yetişirdi. O koşmayı yaşamak olarak algılamıştı. Koştu ve koştu. Bayılmanın eşiğinde vardı muhtarın kapısına.
Muhtar, çobanı azarladı ama yetmedi. Ancak uyarıcı tokatlar onu kendine getirdi ve dili çözüldü. Dağda gördüklerini anlatırken boğulacak gibiydi. Güç almak için avuçlarıyla toprağa abanıyordu.
Muhtar bir define bulmuş gibi sevinçle telefona koştu. Telefonda Uysal Başgedikli’nin sesini duyunca hazır ola geçti. Önce tekmilini vererek ihbarını iletti. Karşıdan gelen komutlara;” baş üstüne efendim... Derhal efendim” diye yanıtlar verdi.
Muhtar bekçiyle birlikte iki has adamını alarak, Sinanlara tuzak kurmak üzere yola koyuldu. İki dağ silsilesinin koşarcasına ayrıldığı bir yerde ve sazlıkların görülmezliğinde örümcek ağı gibi ördüler pusularını. Bu sadece yanıltıcı bir pusuydu. Muhtarın adamlarından biri;” Muhtar, bize ne kadar para verecekler?” diye sordu. Muhtar ellerini ovuşturarak; Çok, çok fazla” diyerek onu yanıtladı.
NURHAK !..
Kirletilmemiş göğün altında,
Gönüllere taht kurmuş bir zirveydin!
Koynunda börtü böcek,
Teninde güneşin dost eli,
Eteğinden yürürdü yeşil
Sarmaya nazlı tenini.
Yıkardı ilk yağmurlar bedenini,
Mutluydun yaşamlara omuz vermekten,
Erkenci güneşler ısıtırdı tenini.
Eğilmezliğinle güreşirdi rüzgâr…
Gökteki bir yer gibiydin sisler içinde.
Ta ki; ölümler şafağına dek!
Acıdan taşa kesti yüreğin…
Baharlar sönerken sarsıldı bedenin!
On binler ses kattı sesine yüz binlerin!
İlenirken dedi ki, onların sevenleri,
“Nurhak sana güneş doğmaz!
Uçan kuşlar yuva kurmaz!”
Acılı yürekler boğdu çığlıklarını,
Bir dağ erirken utancından!..
Kan kaybediyordu ülkem durmadan!
Söndü Nurhak’ta gonca yıldızlar;
O bir milat oldu kayıplara,
Ondan sonra hiç görülmedi,
Güneşin doğuşu Nurhaklarda!..