Evrenin en temel kuralı, dönüşümdür. Maddenin korunumu/sakınımı yasası yalnızca fizik laboratuvarlarında değil, yaşamın her alanında geçerlidir. Toplumların çalkantılarında, insanın iç hesaplaşmalarında, tarihin en karanlık dehlizlerinde bile işleyen tek bir gerçek vardır: Hiçbir şey yok olmaz, yalnızca biçim değiştirir.
Çünkü bastırılan düşünce, başka bir yüzle geri döner.
Bir düşünce bastırıldığında, susturulduğunda onu yok ettiklerini sanır gücü ellerinde bulunduranlar... Oysa bastırılan her düşünce, başka bir anda, başka bir coğrafyada, bambaşka bir dille yeniden doğar. Yasaklanan kitaplar, sürgüne gönderilen diller, fişlenen kimlikler… Onları tarihten silmeye çalışanlar hep aynı yanılgıya düşer: Yok etme arzusu, en büyük dönüşüm tohumudur. Bu ülkede de nice düşünce "yok sayıldı." Ama ne oldu? Bugün değişik adlarla, değişik yüzlerle, değişik mecralarda konuşuluyorlar. Çünkü söz, su gibidir; önüne set çeksen de kendine bir yol bulur ve akar. Suyu tutamazsın, akışını durduramazsın.
Çünkü kentler yıkılır, ama betonun ruhu kalır.
Dönüşüm deyince akla yalnızca insan değil, kent de gelir. Bir kenti yıkmak kolaydır ama onun hafızasını yok etmek olanaksızdır. Tıpkı İstanbul'un siluetine saplanan gökdelenlerin, aslında yıkılan mahalle kültürlerinin hayaletiymişçesine yükselmesi gibi… Kentsel dönüşüm, çoğunlukla betonun egemenliğidir. Ancak o yıkılan evlerin, taşınan komşulukların ve kaybolan seslerin yerine gelen "rezidans sessizliği," dönüşmüş bir geçmişin yankısıdır.
Çünkü insanın içinde de yok oluş yoktur.
İnsanın iç dünyasında da hiçbir şey yok olmaz. Çocuklukta bastırılan bir korku, yetişkinlikte kaygıya dönüşür. Söylenmeyen bir söz, yıllar sonra suskunlukla intikam alır. Aşk, öfkeye; ihanet, dirence; acı, şiire dönüşebilir. Bu yüzden insan, kendi iç evreninde de bu yasaya bağımlıdır. Birini unuttuğunu sanırsın, ama çalan bir şarkı her şeyi geri getirir. Bir acıyı bastırdığını sanırsın, ama bir koku, bir mektup ya da bir bakış seni yıllar öncesine götürür.
Çünkü siyasal rejimler gider, düşünsel/ideolojik değerler dönüşerek kalır.
Tarihin de dönüşümle yazıldığını unutmayalım. Bir rejim yıkılır, ancak onun kodları başka bir iktidarda yaşamaya devam eder. Askeri üniforma çıkar, yerine sivil ceket giyilir ama komut aynı kalır. "Yasak" başka bir adla gelir: sansür değil "toplum hassasiyeti", ceza değil "idari yaptırım", suç değil "algı yönetimi" olur. Kısacası ne dersen de: Hiçbir baskı mekanizması yok olmaz. Yalnızca adını, giysilerini ve yargıdaki yüzünü değiştirir.
Çünkü kadın susturulur ama direnişi dönüşür.
Bir kadını susturursun, ama onun sözü başka bir kadında yeniden doğar. Anadolu'da yakılan bir ağıt, Latin Amerika'da marşa dönüşür. Bir annenin gözyaşı, bir kız çocuğunun yumruğuna dönüşür. Bedenini kontrol etmeye çalışırsın, ama onun belleği seni tarihe not düşer. Çünkü kadını susturamazsın. Onu dinlemediğin her an, kendi sonunu hazırlarsın. Ve bil ki kadın, yok olmaz; dönüşür.
Şimdi bu evrensel yasa karşısında bize düşen tek bir görev kalıyor: Dönüşümün ayırdına varmak... Yok olmayan her şeyin bir biçime bürüneceğini bilmek ve o biçimin neye dönüşeceğini, neye evrileceğini sorgulamak... Çünkü bu dünya "ölümcül bedenselliklerimiz bağlamında sonsuza dek" bizim değilse bile, geleceğe bıraktığımız izle sonsuza dek dönüşecektir.