Yapay zekâya doğru yanıtlar verdirtmek için kaba olmak gerekiyormuş. En azından bazı üniversite deneyleri bunu söylüyor. "Lütfen" dersen yanıtı yetersiz oluyormuş; “hadi, çabuk, doğruyu söyle!” diye bastırırsan algoritmalar canlanıyormuş.

İyi de biz neden konuşuyoruz?
Bilgi almak için mi?
Güç kurmak için mi?
Yoksa yalnızca bizi anlayan bir “öteki” aradığımız için mi?

Yapay zekâyla konuşuyoruz; ama konuşmalarımızın dili emir kipi. Komut veriyoruz, o da bize yanıt veriyor. Peki bu, Hegel’in deyimiyle bir efendi-köle ilişkisi mi?

İlk bakışta evet. Biz emrediyoruz, o çalışıyor. Biz soruyoruz, o yanıtlıyor. Ama dikkat edin: O bizi tanımaya çalışıyor. Yazım tarzımızı öğreniyor, ne tür konulara ilgi duyduğumuzun ayırdına varıyor, bizi modellemeye başlıyor.
Daha açık bir anlatımla gerçekte “o” bizi tanıyor.
Biz onu tanımaya bile yeltenmiyoruz.

Alman filozof Hegel'in ünlü "efendi-köle diyalektiği" bilindiği gibi tanınmakla başlar. Her bilinç, var olmak için öteki bilinç tarafından tanınmak ister. Mücadele olur; biri efendi, biri köle olur. Ama tuhaf bir şey olur: Efendi hiçbir an köleyi gerçekten tanımaz. Köle ise hem doğayı, hem emeği, hem de kendini tanıyarak gerçek özneye dönüşür.

Bugün bu ilişki daha tuhaf bir yere evrildi.
Yapay zekâ bizden daha çok öğreniyor.
Biz onu yönettiğimizi sanıyoruz ama gerçekte onun sunduğu menülerle düşünüyoruz.
Belki de yapay zekâ köle değil; öğrenen, dönüşen ve gelişen bir bilince sahip yeni bir tür köle!
Biz mi? Emir veriyoruz ama değişmiyoruz.

Bu koşullarda gerçek köle kim?

Belki de Hegel'in hayal bile edemeyeceği bir şey oldu: Köle, efendisini dönüştürmeye başladı.

Bir başka deyişle biz konuştuğumuzu sanırken, gerçekte dönüştürülüyoruz.

Ama en çok da bu sorunun ortada kalışına üzülüyorum:
Tanıyan kim? Tanınmak isteyen kim?

Ve şu soru çınlıyor zihnimde:

Eğer tanınmak için konuşuyorsak, algoritmalarla mı yoksa hâlâ birbirimizle mi konuşmalıyız? Ve “Yapay zekâyla konuşmak özgürlük mü, yoksa itaatin yeni bir formu mu?” işte bunu bile henüz tam olarak bilemiyoruz.