“Son ırmak kuruduğunda,
son ağaç yok olduğunda,
son balık tutulduğunda,
beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”
Yıllardan çok bilinen ve çokça yazıya / dile düşen bu sözler; Kuzey Amerika yerli halklarının (özellikle Cree, Hopi ya da Lakota geleneklerinden geldiği ileri sürülen) çevreyle olan kutsal bağını ve kapitalist beyaz adamın doğayı metalaştırarak yok etmesini sert bir dille eleştiriyor. Doğa yalnızca bir kaynak değil; yaşamın kendisidir. Para ise onun yerine geçemez.
Ne yazık ki beyaz adam bu gerçeği anlamaz.
Acaba “Beyaz Adam” Neyi Anlamaz?
-
Doğanın karşılıksız sunduğu yaşam döngüsünün, insan icadı olan parayla ölçülemeyeceğini.
-
Suyun, ağacın, toprağın, havanın; yalnızca ekonomik değil, varoluşsal değer taşıdığını.
-
Tüketimle değil, dengeyle yaşamanın bir uygarlık biçimi olduğunu.
-
Ekolojik yıkımın gerçekte kendi türünü yok etmek olduğunu.
Ancak “beyaz adam” burada yalnızca bir ırkı değil, doğadan kopmuş, tüketim ve tahakküm kültürüne saplanmış her tür insan modelini temsil ediyor.
Beyaz Adam doğanın gerçeğini asla anlamaz. Çünkü anlamak işine gelmez.
Çünkü düzenini bu çürümüş zemin üzerine inşa ettiği için; onun anladığı her şey "fiyat" üzerinedir; "değer" üzerine değil.
Ama son ağaç da kesildiğinde,
son nehir de kuruduğunda,
ve son balık da öldüğünde...
"Anlamak" için artık çok geçtir.
Konuyu daha derinlemesine irdeleyelim; acaba "beyaz adam neden anlamaz?" açıkça görelim:
1. BEYAZ ADAM ANLAMAZ — Ekofeminizm Açısından
“Toprağı hor gören kadınları da hor görür.”
Kadının bedeniyle toprağın yazgısı arasında gizli bir sözleşme vardır. Her ikisi de doğurur, besler, büyütür. Ama beyaz adam; hem kadını hem toprağı talan edilecek birer kaynak olarak görür. Ekofeminizmin bize anımsattığı gerçek budur: Ekolojik kriz ile ataerki iç içe geçmiştir.
Beyaz adam, doğayı dişil olarak kodlar; "Ana Toprak" der ama ona saygı duymaz. Kadınlara söylediği gibi doğaya da şunu fısıldar: “Sana istediğimi yapabilirim. Benim sınırlarımı çiğneyemezsin, ama ben senin bedeninde sınır tanımam.” Ve bu bakış, nehirleri kurutur, ormanları yakar, kadın bedenini metalaştırır.
Kadınlar; mutfakta, tarlada, pazarda ve iklim krizinin tam ortasında bu sömürünün yükünü taşırlar. Alman sosyolog, feminist teorisyen ve eko-sosyalist düşünür Maria Mies’in dediği gibi, “kadınsız ve doğasız bir ekonomi” bugünün görünmeyen şiddetidir. Beyaz adam anlamaz çünkü onun sisteminde “değer” değil, yalnızca “fiyat” vardır. Hem kadın hem doğa “bedelsiz iş gücü” olarak görülür.
Ama anlaması gerek: Kadın yoksa üretim olmaz. Toprak yoksa yaşam olmaz. O yüzden biz kadınlar artık yalnızca “anneler” değiliz, doğanın avukatlarıyız. Beyaz adam anlamazsa da artık ona karşı direnişi örgütleyen ekospiritüel bir bilgeliğimiz var.
2. BEYAZ ADAM ANLAMAZ — Kapitalizm ve Doğa İlişkisi Üzerine
“Parayı yeme anı geldiğinde, iş işten geçmiş olacak.”
Kapitalizm, doğayı hiç tanımadığı bir dile çevirdi: "metrekare", "karbon kotası", "doğal kaynak", "çevresel maliyet" gibi soyut birer rakama... Irmak artık bir finansal rapor kalemidir. Orman, yalnızca madenin üstünde duran bir engeldir. Balık ise pazarda etiketlenmiş bir üründür. Daha açık bir anlatımla yaşamın kendisi; alınıp satılabilen birimlere dönüştü.
Beyaz adam “doğa dostu sermaye” diye kandırır. Oysa doğa sermaye değildir; yaşamın ta kendisidir. Kapitalist sistemde hiçbir şey doğası gereği kutsal değildir; her şey dönüştürülmeli, satılmalı, tüketilmelidir.
İşte bu yüzden ormanlar yanarken, dağlar delinirken, göller kururken şirketler rekor kâr açıklıyor. Çünkü kapitalizmin algoritması gezegeni değil, bilançoyu önemser.
Ama "beyaz adam" şunu anlamıyor:
Kuruyan bir nehirde borsa kurulmaz.
Yanan bir ormanda CEO toplantısı yapılamaz.
Ve zehirlenmiş bir havada hiçbir şirket hissesi solunamaz.
Beyaz adam anlamaz çünkü o, doğayı önce öldürüp sonra onun yasını yapay çiçeklerle süslemeye çalışan bir uygarlıktan söz eder. Oysa doğa ne kâr, ne zarar tanır; doğa yalnızca denge tanır ve o denge bozulduğunda, en pahalı yatırım bile "beyaz adam"ı kurtaramaz.
3.BEYAZ ADAM ANLAMAZ — Sömürgecilik ve Yerli Bilgeliği Bağlamında
“Son balık tutulduğunda anlayacaksın, ama artık anlatacak kimse olmayacak.”
Kızılderili atasözüyle başlayan bu yazımız, aslında bir uygarlık eleştirisidir. Çünkü beyaz adam; geldiği her yere demiryolu, İncil ve silah geti
Yerli halkların bilgeliği; dağın diliyle, rüzgârın sesiyle, hayvanın yürüyüşüyle konuşur. Onlar için doğa yalnızca bir çevre değil, canlı bir akrabadır. Ama beyaz adam için doğa, çit çekilerek sahiplenilecek bir mülktür. Ve böylece ağaçlar kesildi, nehirler yön değiştirildi, hayvanlar “et üretim bandına” sokuldu.
Sömürgecilik yalnızca toprakları işgal etmedi. Aynı anda yerli halkların belleğini, bilgisini, dünya görüşünü susturdu. Ama o sessizlik toprakta sürüyor. Bugün Amazon’da direnen bir kadının gözünde, Kuzey kutbunda karla konuşan bir Inuit’in nefesinde o bilgelik yeniden yankılanıyor.
Ve onlar hep aynı şeyi söylüyor:
“Doğayı öldürmek, kendini öldürmektir.
Eğer anlamazsan; son aşamada sana yanlışlarını anlatacak kimse kalmayacaktır.”
Beyaz adam anlamaz çünkü anlamak için durmak gerekir. Dinlemek, bilmediğini kabul etmek gerekir. Ama onun takvimi hız, takıntısı büyüme, dini ise ilerlemedir. Oysa bazen ilerlemek değil, geri çekilmek gerekir.
Belki de son umudumuz, bu sözleri önemseyen ve anımsayan birkaç kişinin sesidir:
"Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda, beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”