Devletlerin yazgısı yalnızca savaşlarda değil; kurumların çürümesinde, ortak kimliğin çözülmesinde, siyasal iradenin dağılmasında yazılır. Peki, bir coğrafyada “var olmak” gerçekten devlet olmak anlamına gelir mi?
Bu soruya yanıt aramak için Yugoslavya’nın dağılmasına ve Bosna-Hersek’in bugünkü kırılgan koşullarına bakmak yeterlidir. Daha da önemlisi; Türkiye, benzer bir çözülme eşiğine mi sürükleniyor?
Tito dönemi Yugoslavya’sı, “kardeşlik ve birlik” sloganıyla farklı etnik yapıları bir arada tutmaya çalışan bir federasyondu. Tito’nun 1980’deki ölümüyle dengeler çöktü; ekonomik kriz toplumsal gerilimi artırdı, milliyetçilik güç kazandı, merkezî otorite zayıfladı, dış aktörler çözülmeyi hızlandırdı.
1990’larda federasyon parçalandı; en kanlı kopuş Bosna Savaşı’yla yaşandı, sonrasında da etnik temizlik, soykırım, yerinden edilen milyonlar…
Yugoslavya’nın bıraktığı temel ders açıktır; kurumlara ve ortak kimliğe dayanmayan devlet formu, haritada olsa da kağıt üzerinde kalır.
Bugün Bosna-Hersek, Dayton Anlaşması ile biçimlenen üçlü yapısıyla fiilen bölünmüş bir yarı-konfederasyondur: Boşnak-Hırvat Federasyonu, Sırp Cumhuriyeti (Republika Srpska) ve zayıf merkezî hükümet. Etnik kimlikler; siyasal sistemin ana eksenidir. Ortak bir medya yok, ortak bir eğitim yok; gençler gelecek umudunu başka ülkelerde arıyor. Sonuç olarak; devlet biçimsel olarak var, ama içeriği yok, içeriği boş...
Bu bağlamda bir de Türkiye'ye bakarsak; Türkiye ne federasyon ne de etnik kota sistemine sahip. Ama benzer kırılganlıklar büyüyor. Kimlik siyaseti toplumsal birliği aşındırıyor. Devlet kurumlarına güven erozyona uğruyor. Ekonomik eşitsizlikler bölgesel fay hatlarını derinleştiriyor. Dış aktörler iç politikayı yönlendirebiliyor.
Sonuç? Harita üzerinde yer alan, ama içeriden giderek boşalan bir yapı…
Eğer adalet hiziplere göre işliyorsa, basın farklı hakikat evrenlerine bölünmüşse, eğitim ortak bir akıl inşa edemiyorsa; orada “tek devlet” değil, tek harita üzerinde çoğul simülasyonlar vardır.
Türkiye bugün merkezî yapısıyla övünse de asıl sorulması gereken şudur: “Merkez”, gerçek bir irade midir, yoksa yalnızca bir tabeladır?
Sonunda geriye şu soru kalır: Türkiye, haritada kalan bir çizgiden ibaret mi, yoksa o çizgiyi anlamlı kılan, ortak bir yurttaşlık ve güçlü kurumlar var mı?
Yanıt, sınır çizgilerinde değil; adalette, eğitimde, medyada ve birlikte yaşama iradesinde aranmalıdır. Yugoslavya’nın ardında bıraktığı uyarı; özellikle günümüz koşullarında asla göz ardı edilmemelidir.