Bir Kızılderili atasözü şöyle der: Yeryüzü, bize atalarımızdan miras kalmadı, çocuklarımızdan ödünç aldık.

Bu yazı 27 Ocak 2005 tarihinde Mavi Didim Gazetesinde yayınlanan ilk yazılarımdan biri. Yanlış hatırlamıyorsam, 2004 yılının sonuna doğru, “Özgür Gelecek” başlığı ile köşe yazmaya başladım. Yaklaşık olarak on dokuz yıl süresince iki bine yakın yazı yazdım. Bu eski yazımı saygıdeğer okurlarımla paylaşmak istiyorum:
“Belirsiz bir geçmişten günümüze dek, bilerek ya da bilmeden acımasızca kirlettiğimiz çevrenin içinde kendimizin de bulunduğumuzu unutmuş gibiyiz. Batırmaya çalıştığımız veya batışını sessizce izlediğimiz geminin içinde kendimizin de bulunduğunu anımsamakta yarar var. Çünkü bu kirli geçmişi masum bir geleceğe taşımaya hakkımız yok!
Hava kirliliği, ozon tabakasının delinmesi, sel felaketleri, erozyon ve heyelanlar, kasırgalar ve hortumlar…Bütün bunlar ekolojik dengenin bozulmakta olduğunun sinyalleri. Doğanın sessiz çığlıklarını duymak için daha ne kadar kayıp vermemiz gerekiyor? Çevremizdeki suların kirletilmesine koşut olarak, canlı türleri de hızla azalıyor. Zaman zaman sanayi atıklarının kirlettiği sularda toplu kırımlara tanık oluyoruz. Artık bu dengesi bozulan çevrede sağlıklı bir yaşam sürdüremeyeceğimizin ayırdına varmalıyız.
Çevreyi evren bağlamında tanımlamak olanaklı. Geniş anlamda çevre algılayabildiğimiz evrenden oluşmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, düşünsel çevrede bir yakınlık veya uzaklık gibi bir mesafe kavramının olmadığı görülür. Yaşamı üreten ve onu sürdüren her ortam korunması gereken bir çevre olarak algılanmalıdır. Hiç kuşkusuz burada sözü edilen çevre en sağlıklı biçimde doğal yaşamların sürdürülmesine olanaklar sunan ortamları işaret etmektedir. 


Yaşama hakkı dendiğinde bundan sadece insanların insanlık onuruna yaraşır bir yaşamı sürdürmelerinin anlaşılması yeterli olmaz. Çünkü tek başına insan haklarını savunmak bütünün bir parçasını savunmak anlamına gelir. Oysa biz insanlar doğada yaşamı öteki varlıklarla (canlı veya cansız) paylaşmaktayız. Soruna bu açıdan yaklaştığımızda, sadece canlıların yaşama hakkını savunmanında ötesinde, doğanın doğal varoluşunu sürdürme hakkının da var olduğunu hatırlamalı, dahası hiç unutmamalıyız. Çünkü insan haklarını savunmak nasıl ki gerekeli olmanın da ötesinde kaçınılmaz ise; hayvan ve bitkilerin yaşama haklarını savunmak da aynı oranda kaçınılmazdır. Canlı varlıkların yaşama hakkını savunurken, öteki varlıklarında var olmak ve varlığını sürdürme hakkını savunmak dünya insanlık ailesi bireylerinin görevidir. Kendimizi ve içinde yer aldığımız doğayı tüm varlıklarıyla birlikte korumakla sorunun bitmeyeceği açıktır. Çevreye ilişkin tanımda vurguladığımız gibi, çevre sadece küremizle sınırlı değildir. Uzayı uydu çöplüğüne dönüştürme sorumsuzluğu hangi gerekçe ile olursa olsun haklı gösterilemez. Bu nedenle çevrenin her zerresinin korunması sonuçta onun bütününü korumaya yönelik bir pozitif girişim ve onurlu bir davranış olarak vurgulanmalıdır.
Doğal yaşamın hızla kirletildiğinin suskun tanıkları olmak aynı zamanda çevreye karşı uygulanan yargısız infazların (somut yaşamda tanık olduğumuz gibi; nedeni, niçini, özendiricileri ve tetikçileri bilinen) sorumluluğuna ortak olmak anlamına gelir. Çözülen yeşiller ve mavisi kararmaya duran sular ufkumuzda gerdeğe girmiyorsa, bunun sorumlularını kendimizin dışında ara kolaycılığından kurtulmalıyız. Yaratan, üreten ve arıtan suların kirletilmiş aynasında artık salkım söğütler saçlarını taramıyorlar. Ancak o kirletilmiş aynalarda kirliliğe neden olan yüzleri görebiliyoruz. Oysa salkım söğütler durgun suların aynasında taramayı sürdürmeli saçlarını…


Çevre dendiğinde uzak veya yakın demeden, canlı ya da cansız ayrımı yapmadan, yaşamı üreten ve sürekliliğini olanaklı kılan tüm ortamları algılayarak üzerimize düşenleri yerine getirmeliyiz. Çünkü bu var olma bilincimizin ve onu en doğal ortamlarda sürdürme sorumluluğumuzun olmazsa olmazıdır. Aynı şekilde bilinçle yaratılan sanat eserleri ile emek ve çaba ile üretilen tüm değerlerin, doğanın iç dönüşümlerinin güzele ve yararlıya doğru (silahlar dışında) bir evrilme olduğu da hep anımsanmalıdır. Evrende var olan (üretilmiş veya yaratılmış) tüm güzelliklerin ortak bir değer olduğunu, bu değerlerin üzerinde yaşamışların olduğu kadar yaşayanların ve en az her ikisi kadarda yaşayacakların haklarının olması gerektiği, yadsınmayacak bir gerçektir. Ancak bu gerçeğin bilinçlere taşınması gerekmektedir. Kendimiz için koruyacağımız haklar bizden sonrakilerin yaşama haklarının savunusu olacaktır ve olmalıdır.
Doğanın doğal akışını kıran, engelleyen veya yön değiştirmesine neden olan fiili durumlar belirlenmesi gereken önceliklerden sayılmalıdır. Doğayı, doğallıklarını aşan kendi güçlerinden korumak da sonuçta çevreyi korumaktır. Örneğin; yıldırımları güvenli biçimde sağmak, selleri dizginleyebilmek ve yumuşatabilmek hırçın rüzgarlarını…
Kazanç amaçlı üretim girişimleri ve aynı amaçla çıkartılan savaşlar sonuçta doğanın tahribatıyla sonuçlanmaktadır. Savaş gücünü artırmaya dönük girişimlerin kaçınılmaz sonucu olan atıklar tahrip edici güçlerini sessizce ve derinden sürdürmektedirler. Radyoaktif atıklar en barışçı ortamlarda bile en masum kurbanlara ulaşabilmektedirler.
Kirliliğini tenimizde hissettiğimiz havanın ve gırtlağımızdaki kirli ellerin kendimize ait olduğunu artık görmeliyiz!
İnsan hakları savunuculuğu sadece kendi haklarını savunmakla ilgili ve sınırlı değildir; bilinçli bir varlık olarak, tüm varlıkların var olma ve varlık sürdürme haklarını savunmak, ancak insanlara yaraşır!