Bir toplumun çöküşü, yalnızca ekonomik verilerle ya da siyasi iktidar değişimleriyle ölçülemez. Daha derin, daha sinsi, daha kalıcı bir yıkım biçimi vardır ki onu istatistikler değil; sessizlik, kayıtsızlık ve kendiliğinden vazgeçiş anlatır.

Türkiye’de uzun yıllar boyunca toplumun denge unsuru olan “orta direk” yurttaş, yalnızca ekonomik kalkınmanın değil, aynı anda kültürel sürekliliğin de taşıyıcısıydı. Ne var ki, 1980 sonrası uygulanan neoliberal politikalar ki bunlar dış destekli planlı yönlendirmelerle, özelleştirmelerle, sosyal devletin tasfiyesiyle perçinlenmiştir; orta sınıfın sistem dışına itilmesini hızlandırdı. Dünlerde çocuklarını okutan, evine kitap giren, tiyatroya giden, sendika aidatı ödeyen yurttaş; artık kredi kartına tutsak edilen bir tüketiciye indirgenmiştir. Bu dönüşümün sorumlusu ya da suçlusu yalnızca ekonomi politikaları değildir. Aynı anda dincilikle sarılmış bir “şükür ideolojisi” toplumsal yapıya bir bakıma enjekte edilmiştir. Şükret, kanaat et, biat et… Bu söylem yalnızca teolojik bir çağrı değil, politik bir itaat biçimidir. Halk düşünmesin, istemesin, hak talep etmesin diye, yoksulluk kutsanmış, şatafat ise “kader planı” olarak meşrulaştırılmıştır.

Bir toplumda bilgiye yatırım yapılmaz, eğitimli insanlar şeytanlaştırılır, liyakat yerine sadakat kutsanırsa, o ülkenin geleceği programlanmış bir çöküşe yazgılı olur. Bugün Türkiye'de eğitimli, donanımlı, yurtsever insanların yaşadığı dışlanmışlık durumu; yalnızca bireysel bir mağduriyet değil, kolektif bir çürümenin göstergesidir. Çünkü diplomasızın oy verdiği düzen, diplomalının susturulduğu, yasal tehditlerle hizaya getirildiği bir düzene dönüştü. Türk Ceza Kanunu’nun 299. maddesi, yalnızca bir “cumhurbaşkanına hakaret” düzenlemesi değil; aynı anda bir oto-sansür sopası, düşünceye kurulan pusu aracı oldu. Düşünce açıklamak/düşünmek sakıncalı, sessiz bir sadakat alkışlanmalı... Bu düzende soru sormak değil, methiye/övgü düzmek değerli...

Sendika bir haktır. Grev bir haktır. Sigorta hakkı, emeklilik güvencesi, adil ücret talebi; tümüyle insan onurunun gereğidir. Ne var ki son yıllarda, bu haklar düzenli olarak budandı. Grevler “ulusal güvenlik” gerekçesiyle yasaklandı, toplu sözleşme hakkı göstermelik kaldı, taşeron işçilik ve güvencesizlik “yeni norm”a dönüştürüldü.

Toplumsal hakları budanmış bir toplumda, siyasal hakların ne anlamı olabilir? Oyunuzu verirsiniz, ama sesinizi çıkaramazsınız. Oy bir meşruiyet kalkanına dönüşür; ama o meşruiyet, halkın yararına değil, halktan gizlenen kararların onayına dönüşür.

Toplumsal yapının bozulması, yalnızca gelir dağılımındaki adaletsizlikle ya da işsizliğin artışıyla açıklanamaz. Daha derin bir sorun, kültürel yoksullaşmadır. Ulusal bilinç yerini popüler hamaset söylemlerine bırakmış, entelektüel üretim değersizleştirilmiş, bilgiye değil sansasyona prim verilmiştir.

Bugün toplumun büyük bölümü; izlediği tv dizileriyle, sanal ortamda paylaşılan içeriklerle ve siyasal söylemlerle dünyayı anlamlandırmaya çalışıyor. Ne yazık ki bu toplumsal işleyiş; cehaletin algoritmalarla yeniden üretildiği bir kültürel kodlamayı doğuruyor. Bu kod, düşünmeyen ama itaat eden bir kitle yaratıyor. Bu bağlamda dumura uğratılan beyin; proteinsizlikten değil, umutsuzluktan dolayı işlevini yitiriyor.

Elbette fiziksel olarak yetersiz beslenmek, özellikle de proteinsiz bir diyet; bilişsel yetenekleri etkiler. Ancak daha tehlikelisi, zihinsel açlıktır. Umutla beslenmeyen bir beyin, yön duygusunu yitirir. Yurttaşlık bilinci, hak arama pratiği, kolektif hareket refleksi silinir. Geriye yalnızca edilgen bir kalabalık kalır. Ulusal birlik söylemleri bile artık bu kitlenin ilgisini çekmez, çünkü onlar için duygusal ve iyelik bağı kurulan bir “ulus” kalmamıştır.

Bugün bu ülkede; vicdanlı, üretken, vergi ödeyen, entelektüel değerleri korumaya çalışan yurttaşların henüz soyu tükenmemiştir. Halkın üzerine çöken yorgunluk, yalnızlık ve umutsuzluk; elbet bir gün dağılıp, gidecektir.

Kuşkusuz çok ses çıkaramıyoruz. Biliyoruz; Demokles’in Kılıcı gibi TCK 299 üzerimizde sallanıyor. Ama susarsak, yalnızca biz değil; gelecek kuşaklar da dumura uğrayacak. Dolayısıyla ülkemiz için, ulusumuz için yarınları düşünmeyi, gelecek için kaygı duymayı, soru sormayı, yazmayı ve direnmeyi sürdürmeliyiz.

Çünkü bir halk, aklını, umudunu, değerlerini yitirdiğinde; onu ancak düşünenler geri getirebilir.

Üstelik ülke için, ulus için düşünmek, kaygılanmak ve çözüm üretmek için çaba harcamak; asla bir kahramanlık gösterisi ya da üstünlük değil, yurtseverce bir sorumluluktur.