Geçen yüzyılda korku, sabah beşte kapının çalması demekti. Totaliter rejimlerin simgesi olan o ünlü söz; “Sabah beşte kapıyı çalan sütçü değildir.” Nazi Almanyası'nda bu, bir paranoya değil, günlük bir rutindi. Gestapo; kapıyı çalan merhametsiz, karanlık bir sütçü figürüydü.

Kuşkusuz 21. yüzyılda, dijital çağda; sabahın köründe kapılar çalınmıyor. Belki de bu yüzden birçoğumuz, özgür olduğumuzu sanıyoruz.

Ama gerçek şu ki, kapıyı çalan yok çünkü kapıları çoktan kendimiz, sonuna kadar açtık. Üstelik çağrı çıkardık, buyur ettik. Gözümüzü kırpmadan, izin almadan, sormadan… İşte o eski sütçü, artık algoritma kılığına girmiş olarak hepimizin cep telefonunda, tabletimizde, saatimizde, aklımızda...

Yaşadığımız bu çağ, bir gönüllü tutsaklık dönemidir. Her birimiz, Jeremy Bentham’ın 18. yüzyılda tasarladığı Panoptikon hapishanesinden, Jeff Bezos'un devasa veri imparatorluğuna uzanan bir gözetim kulesindeyiz.

Panoptikon’da mahkûm; gözlemci kulede olmasa bile, sürekli izleniyor sanarak otosansür geliştirirdi. Bilinmezlik, korku duymak için yeterliydi. Bu olasılık, dijital disiplinin öncüsüdür. Amazon, Google, Meta, TikTok, X; durmaksızın hepimizi gözlüyor ve bu gönüllü tutsaklığımızda da bizler kendi kendimizin gardiyanıyız.

Başka bir deyişle; dijital panaptikonda artık gardiyan da, tutsak da, izlenen de bizleriz. Sütçü ise, güler yüzlü bir maske ile geliyor: "İlginizi çekebilir," "Takip ettiğiniz kişi şunu paylaştı," diye uyaran, öneri sunan sütçümsü bildirimlerle...

Bu çağda bize ne kadar özgür olduğumuz söyleniyor. Konuşun, yazın, paylaşın, karşı durun, parmak sallayın deniyor. Her birimiz bir yayıncı, bir kanaat önderiyiz. Londra'daki Hyde Park’ı bırakın, hepimizin Dijital kürsüleri var; ekran başında miting yapabiliriz. Ne olağanüstü bir demokrasi, değil mi?

Ama unutmayın; fare kapanında da peynir vardır.

O ekranlara her dokunuş, her beğeni, her yorum, bizi görünür duruma getiriyor ve görünür olmak, gözetlenebilir olmaktır. Sonuç olarak dijital bir "özgürlük" yanılsaması içinde, eski otoriterlerin ve totaliter egemenlerin bile düşleyemeyeceği ölçüde gözetleniyoruz.

Bugün, sabah beşte kapımız çalınmayabilir. Ama bir sabah, banka kredimiz onaylanmaz. İş başvurumuza olumsuz yanıt verilir. Gözaltına alınmayız belki ama kara listeye gireriz.

Sütçü değil ama bir veri müfettişi, bir yapay zekâ "risk denetçisi" bizi sınıfa ayırır. Sessizce, görünmeden... Şeffaflığı şeffaf olmayan bu dijital düzende; sesini yükselten herkes, bir sabah ansızın bu kara listede uyanabilir.

Geçen yüzyılın sütçüsü, yaşamı ve sürekliliği simgeleyen süt bırakırdı. Bugünün algoritmaları ise geride bağımlılık, izleme ve manipülasyon bırakıyor. Ne bıraktığı da görünmez çünkü veri kokusuzdur, sessizdir; yalnızca iz sürer.

Artık süt değil, veri dağıtıyorlar. Cam şişe yerine, ekran bildirimleri taşıyorlar ve bizler de her sabah, farkında olmadan algoritmaların önüne diziliyoruz.

Gerçek özgürlük, fare kapanının nerede kurulu olduğunu bilmektir. Dijital çağda bu kapan; özgürlük süsüyle süslenmiş bir "davranış mimarisi"dir.

En ironik olanıysa kendi ipimizle kuyuya iniyoruz ve orada boğulduğumuzu bile ne yazık ki anlayamıyoruz.

Belki de gerçekten sormalıyız:

Sütçü mü değişti? Yoksa biz mi artık ayırdına varamıyoruz kapının neden çaldığını?

Dijital ayak izlerinize dikkat edin. Onları silmeye kalksanız bile; onlar çoktan veri bankasındaki adınıza açılmış kasaya kilitlenmiştir. Dolayısıyla bir sabah, ansızın kapıyı değil ama yaşamınızı tıklayan biri olabilir.

*Bir açıklama ya da anımsatma:

“Sabah beşte kapıyı çalan sütçü değildir” metaforu, ilk kez Nazi Almanyası’nda, Gestapo ve SS gibi gizli polis örgütlerinin gece yarısı yaptığı baskınlara ilişkin halk arasında yayılan bir korkunun özeti olarak kullanılmıştır. Masum olan (sütçü) ile zalim olanın (Gestapo) aynı sessizlikle kapıya yaklaşması, bu metaforu evrensel bir politik korkunun simgesi durumuna getirmiştir.