Değişim yaşamın her alanında ve her an işlevini sürdürüyor. Bu kaçınılmaz bir olgu. Bu olgunun farkında olmamak olası sonuçları değiştirmiyor. Sonuç belirleyici olan farkındalık ve ön görebilirliktir. Ne olacağını, nasıl olacağını ve olabilirliklere, istemli katkıların neler olması gerektiğini belirleyen kişi, kurum ve kuruluşlar amacına ulaşmaya aday olanlardır. Planlı, yararlı ve düzenli yaşam, olması gereken ve hatta en ekonomik olabilecek olandır.
Sermaye küre üzerindeki en küçük ekonomik kıpırdanmaları bile radarları aracılığıyla saptayabilmektedir. Bu yaklaşımın sonucu olarak o durumları nasıl lehine çevirebileceğinin muhasebesi sonucunda, olumlu bulduklarını bir biçimde bünyesine katar. Dolayısıyla emperyalizm kendisi için yararlı bulduğu şeyleri, aracıları vasıtasıyla bünyesine katmakta ve soğurmaktadır. Aynı şey ülkeler boyutunda yaşanmaktadır. Her türlü yol ve yöntemle çok çirkin paralar kazananlar; ülkenin tüm varlıklarına ve güzelliklerine el koymaktadırlar(!)…
Emperyalizme eklemlenen yönetimlerin boşalttığı alanı yerel yönetimlerin doldurması kaçınılmazdır. Bu zorunluluk nedeniyle yerel yönetimler daha çok yaşamsal olmaya başlamıştır. Toplum açısından bu olayın kavranması kaçınılmazdır. Bu koşullarda yerel yönetimler yaşamın her alanında, halka dokunma olanağına kavuşmuştur. Emperyalistler kürenin en azınlıklarıdır. Ancak, sahip oldukları ve kontrol ettikleri alanlarda işbirlikçileri de saflarına katmaktadırlar. Bu saflara katılanlar da kendi ülkelerinin azınlıklarıdır(!) Kullanışlı aptallardan oluşturulan işbirlikçiler, kendilerinden istenenleri yaptıkları zaman; bilerek ve isteyerek ya da farkına varmadan ülkelerine ihanet edebilirler(!) Bu olumsuz ve istenmeyen gelişmeler sürecinde özellikle emperyalistlerden ve onların hizmetinde olan işbirlikçilerden uzak durmakta yarar var. Aynı kapsamda mümkün olduğunca özelleştirmelerden uzak durmak bir yana, yaşamsal alanlarda kesinlikle kamusallaştırmalar yapılmalıdır. İşte bu süreçte de yerel yönetimlere çok büyük görevler düşmektedir. Halkın olanı, halkla birlikte yöneterek ve üreterek; elde edilen ürünleri hakça bölüşerek, daha insanca bir yaşamın kapıları açılmalıdır. Sadece üretimi değil, tüketimi de örgütlemek gerekmektedir. Yaşamsal ürünler, pozitif kayırmacılık eşliğinde nihai tüketicilere sunulmalıdır. Özellikle yeraltı kaynaklarımızın yağmalanmasına karşı çıkmanın bir yurttaşlık görevi olduğu bilinciyle hareket edilmelidir.
Eğer yeraltı kaynaklarımızı gerektiği gibi değerlendirmek istiyorsak; kullanacağımız yol ve yöntemler her koşulda insanlardan, öteki varlıklardan ve doğadan yana olmalıdır. Tüm ulusa ait olan altın madenini çıkaranlar, işbirlikçilere ne kadar pay veriyor bilemiyoruz. Ülkemize ise, sadece %3 düzeyinde bir katkıdan söz ediliyor(!) Peki, Kaz Dağlarını, İliç’i, Uşak’ta, Kütahya’da ve Karadeniz’de yok edilen alanları geri döndürülebilir miyiz?
Ülkenin büyük çoğunluğu, genel gidişatı benimsemiyor. Herkes bulunduğu yerden kendince öfkesini dillendiriyor. Emekli hoşnut değil, çalışanlar hoşnut değil, çiftçiler hoşnut değil, küçük esnaf hoşnut değil(!) İşte bu noktada farklılıkları değil, ortak noktaları ön plana çıkarmak gerekmektedir. Bize özgü farklılıklarımızı korumak, içinde bulunduğumuz, olmak ya da olmamak koşullarında bir araya gelerek dayanışmaktan geçmektedir. İstemediğimizi yapanları istememe hakkımızın olduğunu unutmamalıyız. Önce hep birlikte bizim için yaşamsal olan öncelikli sorunları çözmek için el ele vermek gerektiğini görmeliyiz. İşsizlik, yoksulluk ve pahalılıkla ilgili sorunları çözmek en öncelikli görevlerimizdendir. Ekonomik sorunların çözümü en azından altmış beş milyona dokunmak demektir. Daha ne olsun? O zaman gün birleşmek, dayanışmak ve omuz omuza olmak günüdür!...
Özel talep: Daha önceki yazılarımda birkaç kez vurguladığım şey; DİDİM YEREL YÖNETİMİ’NİN musluklarımızdan akan suyu içilebilir hale getirmesidir. Bu benim 2025 yılına ilişkin dileğimdir…