Günün koşuşturmacası içerisinde işin doğrusu kendimizi unuttuğumuz zamanlar oluyor, Sabah erken saatlerde başlayan ve gece yarılarına kadar devam eden amansız koşuşturma arasında sinemaya gitmeyi, güzel bir tiyatro eseri seyretmeyi işin doğrusu unuttuğumuz oluyor.
Her ne kadar böylesi zor zamanlarda “Çalış çalış nereye kadar.?” şeklindeki soruları kendimize eskisinden daha fazla soruyor olsak ta elimizden bir şey gelmemenin çaresizliğini de yaşıyoruz.
İşte böylesi toz duman bir günde Tam 140 ülkede 40’tan fazla dile çevrilmiş olan “Vajina Monologları” adlı oyunuyla tanınan ve sevilen, oyun yazarı ve aktivist Eve Ensler’in iki binli yılların başında yazdığı “Necessary Targets” adlı oyununu “Nereye Gitti Bütün Çiçekler?” isimli tiyatro eserini seyretmek için davet edildiğimizde “Bu kadar işin gücün arasında işin yoksa git tiyatro ile vakit geçir” diye sızlanmaya başlamışken , eseri seyretmeye başladığımızı da başarılı oyuncu/yönetmen Tuğrul Tülek'in bu eserini seyrederken insan bir noktadan sonra kendi kendisini sorgulamaya başladığını da hissettik.
Ana fikri “Hikayeleri anlatmak acıları azaltır mı?..Nasıl olsa benim başıma gelmez.” dediğimiz felaketler gerçekten o kadar uzak mı? sorularına cevap olacak pek çok ayrıntı “Nereye Gitti Bütün Çiçekler?” isimli eserde gözümüzün içine girercesine "görün beni" diye haykırıyor.
Eve Ensler tarafından Bosna Savaşının ardından, kaleme alınan bu oyun, mülteci kampında yaşayan insanların ve yaşanan hayatın, kadınların gözünden anlatılmasıdır
“Nereye gitti bütün Çiçekler “ Oyunu yönetmeni sahnelemeyi yaparken, hikayeyi belirli bir coğrafyadan ve zamandan çıkarıp, ülkesizleştirmeyi, zamansızlaştırmayı, sadece bu soruna odaklanmayı ve hikayemizi yazarın da yaptığı gibi kadınların üzerinden aktarmayı tercih etmiş.
Her kadının hikayesinin ayrı ayrı işlendiği, asla abartıya kaçmadan, fazla dramatize etmeden, tamamen ve dosdoğru aktarıldığı oyunun kahramanlarından biri, bu kamplardan birine gelip, insanları "iyileştirmeyi" devlet tarafından verilen görevle kabul etmiş Amerikalı bir psikolog.
Elbette konudan tamamen uzakta ve savaş olgusunu sadece medyadan takip eden birinin bu kampa geldiğinde yaşadığı şok ve değişim oyunun mihenk taşlarından birisi oluyor.
Zira hayatındaki en travmatik vakaların anoreksik hastalar olduğunu düşünen bu kadın, Gerçek olgusuyla tanıştığında artık hayatındaki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır
Oyunun diğer karakterleri, yine Amerikalı ancak çok kez savaş bölgelerinde bulunmuş bir travma danışmanı ve kampta yaşam mücadelesi veren farklı sosyo kültürel yapılardan gelen kadınlardır.
Kadın mülteciler kendi hikayelerini anlatırken, seyirci bir yandan savaşın ve mülteci olmanın korku ve çaresizliğine tanık olacak, diğer yandan da kadınların kendi aralarındaki ilişkilerin nasıl güçlendiğini görecek...
Biz bu eseri seyrettiğimizde Müziğin hikayeyle iç içe geçtiği oyunda, oyuncuların enstrüman çalıp şarkı söylediklerine de şahit olduğumuzda “sadece bir tiyatro eseri değil pek çok etkinlik seyretmeye gelmişiz” demekten kendimizi alamadık.
“Nereye gitti bütün çiçekler” isimli esere kafa yorduğumuz anlarda Yönetmenliğini Ozan Açıktan'ın yaptığı başrollerini Ozan Güven, Meryem Uzerli, Belçim Bilgin, Okan Yalabık ve Bora Akkaş paylaştığı Yetimhanede kalan Bosnalı Salih'in 18 yaşına basınca anne ve babasını bulmak üzere ayrıldığı, bu sırada bir çiftlikte çalışmaya başladığı Hiç ummadığı bir anda kendine sıcak bir yuva bulduğu, Ancak bazı sırlar zamanla açığa çıktıkça Salih ve etrafındaki insanlar için gergin günler birbirini kovalamaya başladığı "Annemin Yarası" isimli sinema filmini de soluksuz bir şekilde seyredince dünyanın ne kadar kötü bir o kadarda acımazız bir gezegen olduğunu bir kez daha anlamış olduk.
İçerisinde bulunduğumuz keşmekeşlik durumu ve koşuşturma esnasında “Tiyatro yada benzeri etkinlikleri seyretmek için ne kadar vaktimiz var..? sorusuna cevap bulmak elbette ki zor ancak sanatsal etkinliklerin hava kadar ekmek kadar su kadar önemli olduğunu kabul etmiş birisi olarak başta “Nereye gitti bütün çiçekler.?” olmak üzere imkan bulduğumuz zamanlarda var olan bu tür etkinlikleri görmemiz gibi bir mecburiyet içerisinde olduğumuzu da hatırlatmadan geçemiyoruz.
Bu kadar kötülükten gözümüzü açıp var olan güzelliklere doğru nasıl koşacağımızı özellikle böylesi zor zamanlarda inanın anlayabilmiş değiliz diye düşündüğümüz anlarda kendimizi televizyon karşısındaki koltuğa atıp sonrada kötülüklerin daha az olduğu sinema filmlerini seyretmekten başka da çaremiz kalmadığını anlıyoruz ve kahrediyoruz.
Kendimizi Orhan Gencabay’ın “Batsın bu dünya” dediği günlerde görüyoruz.