“Demokrasinin ve hukuk devletinin” bir bedeli vardır…
Bu bedel ucuz değildir.
Ama o bedeli [peşin ya da taksitle] ödemeden de uygarlığın bu en yüce değerlerine ulaşmak mümkün değildir.
Güçlü ve onurlu bir toplumun bu ödemeyi göze alması zorunludur.
Çoğu zaman sabırla, dirençle, cesaretle ve adalet duygusuyla göze alınacaktır bu bedel.
Ekrem İmamoğlu’nun son savunmasında da ima edilen şeylerden biri tam olarak budur.
İmamoğlu Silivri Cezaevinde alelacele kurulan mahkeme salonunda yargıçlara, savcılara, dinleyicilere ve onların üzerinden tüm Türkiye halkına şöyle sesleniyor:
“Bir kamu görevlisi olarak dürüst kalmanın, halktan yana durmanın ve baskıya boyun eğmemenin bedelini ödemek. Ama aynı zamanda bu bedelin, toplumun ortak geleceği adına bir yatırıma dönüşeceğine duyulan inançtır bu…”
Ancak demokrasi tarihi de İmamoğlu’nu tıpa-tıp onaylıyor…
Demokrasi ve hukuk devleti ülküsü, Nelson Mandela’dan Václav Havel’e, İsmail Beşikçi’den Mümtaz Soysal’a kadar pek çok ismin bedel ödeyerek inşa ettiği bir yol haritası üzerindedir. Hukuk devleti, sadece kanun kitaplarında değil, bu kişilerin hücrelerinde, mahkeme salonlarındaki suskunluklarında ya da direngen, içeriği zengin ve cesur haykırışlarında vücut bulur.
Eğer bir yerel yöneticinin seçilmiş iradesi tartışmalı gerekçelerle yargılanıyorsa, bu yalnızca bir kişinin değil, temsil ettiği halkın iradesinin de sınanmasıdır.
İmamoğlu’nun savunmasında şu düşündürücü cümle de var:
“Ben bedel ödemeye hazırım, çünkü bu bedeli ödememek için daha büyük bir bedel olur: susmak, eğilmek ve unutmak…”
Bazı bedeller vardır ki, onları ödemek bir yük değildir.
Demokrasi, yalnızca sandıkla gelmek değil; gerektiğinde o sandığın namusunu korumak için bedel ödemektir. Hukuk devleti ise, sadece yasalardan ibaret değildir; adaletin vicdanla birleştiği yerde nefes alır.
İşte o zaman anlaşılır ki, demokrasi bir ayrıcalık değil, bir sorumluluktur.
Ve hukuk, güçlü olanın değil, haklı olanın yanında durduğunda adalet [ama gerçeği…] o toplumda egemen olur.