Normal şartlarda artık tüm sohbetlerimize konu olan “liyakat” hayatımızın her alanına hakim olsa yani “adam kayırma” hastalığı hayatımızdan çıkıp gitmiş olsa toplum siyasete uzak duracak siyasi partilerin peşinden bu kadar fazla istekli bir şekilde koşmayacaktı.
Ancak bizim gibi nefes alıp vermenin bile siyaset olduğu bir memlekette iktidarı bir kere ele geçiren ve iktidarı kendisine yakın kitleyi zengin etmek adına kullanan particilik dolayısı ile nerede ise nüfusun tamamı kendisini siyaseten bir noktaya gelmek zorunda hissediyor.
Aslında Türkiye’de adam kayırma yada yakınlarını var olan tüm kaynakların başına getirme hastalığı öteden beri vardı ancak o zamanlarda bile askerliğe başlayan bir teğmenin yirmi yıl sonra hangi noktada olacağı, mesleğe komiser yardımcısı olarak başlayan birisinin ne zaman ilçe yada il emniyet müdürü olacağı, yada mesleğe yeni başlayan bir öğretmenin hangi sınavlardan geçerek milli eğitim müdürü olacağı net bir şekilde belirlenebiliyordu.
“Kralların değil kurallarının dediğinin olduğu” ülkelerde takip edin vatandaş siyasete nerede ise ilgisiz gibidir, Siyaset ile en çok haşır neşir olan ülkelerin başında gelen ABD’de bile seçime katılma oranı yüzde elliler civarında yaklaştığında büyük bir başarı olarak kabul ediliyor.
12 Eylül 1980 ihtilali sonrası 1983 yılında yeniden demokrasiye geçişte ANAP’ın iktidara gelmesi ile başlayan ve dönemin başbakanı Turgut Özal’ın “Benim memurum işini bilir” söylemi ile hayat bulan çürüme sonrası artık hiçbir şey eskisi gibi olmadı.
14 mayıs Pazar günü yapılan seçimde hemen herkes “maşallah seçime katılma oranı yüzde 90’larda “ diyerek vatandaşın siyaset ile ne kadar ilgili olduğunu tüm dosta düşmana anlatmaya başladılar.
Siyasetin bu kadar kutuplaştığı memlekette milyonlara sorun ve o sorunlara bağlı olarak sıkıntı yaşanıyor olsa da var olan hayat pahalılığını ve vatandaşın her geçen gün aşağıya doğru inen yaşam standardını konuşmak yerine son 2-3 seçimde olduğu gibi yine “Vatan millet Sakarya” edebiyatına bağlamak zorunda kaldık.
Hatırlayınız 31 mart 2019 tarihinde yenilenen İstanbul büyükşehir belediye seçimlerinde seçmene “oyunuzu Binali Yıldırıma’mı vereceksiniz yoksa Ekrem İmamoğluna mı.?” sorusunu yöneltmek yerine “Oyunuzu Sisiyemi vereceksiniz yoksa Binali Yıldırıma’mı..?” şeklinde akıllara ziyan bir söylem geliştirilmişti.
Türkiye ay sonunda Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu için sandık başına gidecek, Görün bakın 13 günlük süre içerisinde şimdiye kadar olduğu gibi iktidar kesinlikle ekonomik sorunların konuşulmasına izin vermeyecek
Yine “Vatanı böldürmeyeceğiz”
Yine “Dinimiz elden gitmeyecek”
söylemleri ile süreci tamamlayacağız.
Bugüne kadar hiçbir işe yaramayan sadece bir siyasi partiyi iktidarda tutmak adına kullanılan hamaset dolu söylemler sonunda, fırınların önünde bir gün öncesinden kalan bayat ekmekleri daha ucuza alabilmek adına kuyruğa girenler, “beş lira daha ucuza et alabilirmiyim.?” endişesi ile sabahın kör saatinde Et balık kurumlarının önünde saatlerce sıra bekleyen emeklileri göreceğiz.
Siyaset insana hizmetin en kutsal yolu ise biz yıllar yılı neden kamplaşıyoruz.?
Bu kadar kutuplaşma sonrasında en yakın komşumuza selam vermemek için neden yolumuzu değiştiriyoruz..?
Her seçim öncesi ülke sınırları içerisinde yaşayan karşıt görüşlü seçmeni neden “Kafir” olarak tanımlıyoruz..
Her seçim arafesinde başka bir partiye oy veriyor diye askerliğini yapmış, vergisini veren, namazını kılan vatandaşı neden “Vatan haini” olarak yaftalıyoruz..
Bumudur temiz siyaset Allah aşkına….