1923 yılının Ekim ayında Mustafa Kemal, köşke davet ettiği İsmet Paşa’ya başlıkta yer alan Osmanlı'dan devralınan miras için, “Bize, geri, borçlu, hastalıklı bir vatan kaldı” diyerek, içinde bulunulan durumu özetlemiştir
Osmanlı Devleti'nden Türkiye Cumhuriyeti'ne miras kalan bilim kurumları? DANIŞTAY, POLİS TEŞKİLATI, İTFAİYE TEŞKİLATI, KIZILAY, TCDD, JANDARMA TEŞKİLATI VE ZİRAAT BANKASI gibi birçok kurum Cumhuriyet'e Osmanlı Dönemi'nden miras olarak kalmıştır.
Gelelim konumuza: Ülkemizde sık sık dile getirilen ekonomik sorunlar incelendiğinde, bu sorunların yapısal problemlerden kaynaklandığı ve kökeninin 18. yüzyılın sonlarına dayandığı görülür. Bu nedenle de; Türkiye ekonomisinin yapısını, sorunlarını ve dünya ekonomisi için ne ifade ettiğini anlamak için, ülkemizin kurulduğu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığı ekonomik mirasın incelenmesi gerekir. Osmanlı Devleti, tarıma dayalı ve güçlü bir malî yapı altında üç asır boyunca hâkim bir güç olmuş, geleneksel üretimi ile yüksek standartlara ulaşmış, sosyo-ekonomik, kültürel açılardan yaşamını sürdürmüş ve kendi içerisinde farklı etnik kökenleri barındırmıştır.
18. yüzyıl ile birlikte Batı’nın sanayileşmesi, bu sanayileşmeye ayak uydurulamaması ve ilkel yapının muhafaza edilmesi Osmanlı ülkesinin geri kalmasının sebebi olmuştur. Ayrıca, ülkenin ekonomisinde bozulmalar yaşanmış ve ülke açık bir pazar haline gelmiştir. Sanayi Devrimi’nde yaşananların, savaşların ve kapitülasyonların etkisi neticesi egemenlik hakların kaybedilmesi, tarım ile ilgili ekilebilecek arazide nüfusun, tohumun ve araç gerecin yetersizliği de ülkeyi çıkmaza sürüklemiştir. Ekonomik açıdan sıkıntı içinde bulunan devlet, savaş harcamalarını karşılayamamış ve borçlanma yolunu tercih etmiştir. Osmanlı Devleti, muhtelif iç ve dış sıkıntılar ve yorgunluk, maruz kalınan savaşlar ve sanayileşmenin dışında kalması gibi sebeplerle çökmüştür. Yeni Türkiye, kendisine miras kalan bozulmuş, sosyo-ekonomik ve kültürel yapıyı devralmış, devralınan bu sosyo-ekonomik ve kültürel yapıyı çağdaş medeniyetler seviyesine ulaştırmak için önemli bir çaba içerisine girmiş ve atılımlarda bulunmuştur. Araştırmada, Osmanlı Devleti’nin 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren siyasî ve askerî gelişmeler doğrultusunda içine düştüğü ekonomik çıkmaz ele alınmış, arşiv belgelerinden ve telif-tetkik eserlerden istifade edilmiştir.
Osmanlıda tarımsal üretim halkın kendi ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılıyordu. Teknoloji yoktu. Üretim öküzün sabrına, kağnının kapasitesine bağlıydı. Köylerdeki tahıl ve tarım üretimini şehirlere ulaştıracak düzgün yol bile yoktu. Onun için Büyükşehirlerin gıda ihtiyacı daha çok yurtdışından ithal edilerek sağlanıyordu. İstanbul’un buğdayı Romanya’dan, Rusya’dan diğer gıda maddeleri ise çevre ülkelerden getirtiliyordu. Özel olarak besi hayvancılığı ve süt hayvancılığı yapılamamaktaydı. Ülkenin tamamında fabrika adı altında çok az imalathane vardı. Bunlar çok küçük işletmelerdi. Ortalama çalıştırdığı insan sayısı 10 kişiyi geçmiyordu. Elektrik çok sınırlı idi. 1838’de İngilizlerle Balta Limanı anlaşması yapılınca, İngilizlere o kadar çok ekonomik imtiyazlar sağlandı ki; Avrupa’dan ipekli kumaşlar ithal edilmeye başlanınca Bilecik’teki dutluklar bir bir sökülmeye başlandı. 1821’de 600 adet el tezgahının bulunduğu Üsküdar’da 40 tezgah kaldı. Zengin maden yataklarımız vardı ama maden kaynaklarının en değerlileri yabancılar tarafından işletilmekte idi.İngiliz şirketi “Boraks”, 1892’de kurulan “BALLYA- KARAAYDIN” ŞİRKETİ gümüşlü kurşun ile Soma linyitlerini ve 1893’te kurulan “CASSANDRA” ADLI ŞİRKET manganez, bakır ve diğer madenlerin çıkarılması ayrıcalığını almışlardı.
Sömürünün en belirgin görüldüğü yer Ereğli-Zonguldak kömür havzası idi. Osmanlı’nın mali denetimi tümüyle yabancının elindeydi. Ülkedeki banka, sigorta ve benzeri mali kurumlar tümüyle yabancılarındı. IV. Murat, Padişahlığı döneminde şöyle bir talimat vermişti; “Leh kralına borç verile…Bugün borç almaya alışan yarın buyruk almaya da alışır ”demişti. Borçlanmanın nasıl bir siyasi baskı unsuru yapıldığını o zamanlar göstermişti. Aslında bu gazla Osmanlı padişahları da “kefereden borç alamayız” diye yıllarca direnmişti. Ama sürekli savaşlara girmenin ve çoğunda da yenik düşmeye başlamanın çok büyük maliyeti oluyordu. Çünkü ülkeyi kalkındıracak üretim ve ticaret yapmayı akıl edemiyorlardı.
1854 Kırım Savaşında Osmanlı borçlanmanın ilk tuzağına düştü. Zaten Avrupa devletleri de başta İngiltere olmak üzere Osmanlıya mutlaka borç vermenin her türlü kirli oyunlarını tezgâhlıyorlardı. Elçilikleri aracılığıyla bürokratları, Sadrazamları satın almaya çalışıyor, rüşvetler dağıtıyor, borç alınmasını istemeyenleri görevinden uzaklaştırabiliyordu. Abdülmecit zamanında Osmanlının aldığı bu ilk borçta 100 birimlik borç 80 olarak teslim ediliyordu. Mısır vergisi karşılık gösterildi. Buna rağmen 3.3 milyon İngiliz lirası yerine1.5 milyon İngiliz lirası devletin kasasına girdi.
Alınan her borç ülkeyi daha da çıkmaza soktu, batırdı. 1854- 1914 yılları arasında alınan toplam 359 milyon Osmanlı liralık borcun sadece 222 milyon lirası ele geçmişti. Bu 222 milyonun sadece 25 milyon lirası demiryolu yapımına harcandı. 1 milyon lirası İstanbul limanına ve 1 milyon lirası da Konya yöresi sulamasına harcanmıştı. Paranın geri kalanının tamamı ise saray mensuplarının şahsi harcamalarına; Dolmabahçe Sarayı, Malta Köşkü yapımı gibi lüks tüketim alanlarına gitmişti. Borçlanma ve yanlış harcama o kadar ileri gitti ki, 1875’te koskoca Osmanlı İmparatorluğu iflas etti. Ödemeleri tamamen durdurdu. Alınan paraların faizini bile ödeyemeyeceğini alacaklılara bildirdi. Bunun üzerine toplanan alacaklı ülkelerce 1878 Berlin Kongresinde alınan bir kararla Osmanlı maliyesi uluslararası bir komisyonun eline devredildi. “Düyun-ı Umumiye “ adı verilen bu yabancı kuruluş ülkenin her şeyine el koydu.
Düyun-ı Umumiye kendi silahlı güvenlik güçlerini oluşturdu. Görevi: Osmanlı devlet gelirlerini toplayıp Avrupalı alacaklı ülkelere teslim etmekti. Bu kurumun köylerdeki kolu “REJİ İDARESİ”ydi. Reji idaresi tütün tekelini eline aldı. Köylünün ürettiği tütünü belirlediği çok düşük fiyata sadece kendisi alıyordu. Başka kimseye aldırmıyor, sattırmıyordu. Reji İdaresine bir kilo tütünü teslim etmeyip başka yollardan biraz daha iyi fiyata satmayı düşünen köylüleri alnının ortasından vurma yetkileri vardı. Bu yetkilerini Osmanlı yönetimi bir anlaşmayla vermişti.
Öyle de yaptılar. Reji idaresi kolcularının bu şekilde keyfi olarak katlettiği köylü sayısı 20 bini buldu. “Çökertme” Zeybeğindeki Halil’in başına gelen de bununla ilgiliydi. Bu felaketlerin hepsine MUSTAFA KEMAL PAŞA milli mücadele savaşı sonunda istiklal mücadelesiyle son verdi. Ardından kabul ettirdiği Lozan anlaşmasıyla dünyaya ilan etti. Yeniden tam bağımsız bir ülke kurdu. İşgalcilerin Atatürk düşmanlığı buradan gelir. Bugünkü sahte tarihçiler, misyoner akademisyenler özellikle bu İngiliz derin devletinin maaşlı elemanlarıdır.
Şimdi sormak isterim tüm yurttaşlarımıza? Müslümanlara bu kadar büyük felaketleri, açlıkları, yoksullukları, zalimlikleri, hainlikleri yaşatan yöneticiler, sadrazamlar, Şeyhülislamlar, din ve siyaset otoriteleri hangi dindendi? Kendi sarayları ve saltanatları uğruna bu kadar Müslüman düşmanlıkları nereden geliyordu? Osmanlı İmparatorluğunu yıkanları, iflas ettirenleri, kefereye muhtaç hale getirenleri ve yanlış siyasetlerini övmeye devam ettiğimiz için bugün aynı duruma düşürüldük.
Faydalanılan Kaynaklar:
KENAN ÖZEK’in makalesinden alıntı
Acun, F. (1999).“Osmanlıdan Cumhuriyete Değişme ve Süreklilik”,
Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, 16, 155-167.
Ortaylı, İ.(2016). Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek,İstanbul: Timaş Yayınları.
Harun OKÇİN makalesinden alıntı
Nazmi Kal -1923-1939 Cumhuriyetin kalkınma mucizesi - kitabından