Gelin, birlikte 28 Nisan 1960 Perşembe gününe kısa-küçük bir yolculuk yapalım.
Bir kitap var önümde. Aynen aktarıyorum:
“Aylardan Nisan, günlerden Perşembe. Yirmisekizinci günündeyiz o güzelim ayın. Bilenler bilir, Laleli Koska'dadır Edebiyat-Fen Fakülteleri. Saat 10.30 civarı. Telaşlı bir öğrenci giriyor kantinden içeriye koşarak. Haber müthiş, flaş, son dakika:
Hukuk Fakültesi ayakta! İktisat öğrencileri de katılmış bu çığlığa. Koşun!
Koştuk. Üniversite bahçesindeki Atatürk Heykeli'nin önünde daha da birikiyoruz her geçen dakika. Bağımsızlık Marşı’mızı söylüyoruz hep birlikte: “Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak…” Yetiştik çünkü biz… Çünkü o günlerin içinde yaşarken her birimiz böyle hissediyorduk, bilinen nedenlerle bu faslı çabuk geçiyor, şimdilik üstünü örtüyoruz.
Üniversitelere polis giremezdi o zamanlar. Özerkti bilim yuvaları, kişilikleri vardı. İstanbul Üniversitesi’nin tepesinde Sıddık Sami Onar gibi betimlenmesi kolay olmayan bir rektör vardı. Anayasa'nın ihlal edildiği bir ülkede, anayasal düzen tekrar kuruluncaya kadar anayasa dersini tatil edebilen profesörler vardı. Ama Anayasa dışına dümen kırmış bulunan bir hükümetin de iki yaman polis amiri vardı: Zeki Şahin ve Bumin Yamanoğlu! Gerçekten Göktürk akınlarından Anadolu’ya ışınlanmış birer şahin ve yaman’dılar… Sonra bu Şahin ve Yaman arkadaşlığının kumandasındaki o polis cipi, yerlerde sürüklenen Ordinaryüs Profesör Sıddık Sami Onar hocamızın acıklı ama onurlu hali… Yaşamı boyunca bireyin hukukunu kamunun hukuku içine yerleştirmeye çalışmış olan o ulu çınar, devletin iki zaptiyesinin der/top ettiği bir külçe haline getirilmiş, polis cipinin ardında yerlerde sürükleniyordu! Kim seyredebilirdi böyle bir manzarayı, kim dayanabilirdi? Korkmuyorduk! Daha da kalabalıklaşıyorduk.
Üniversitenin dışındaki büyük meydana ulaşınca, neredeyse tüm meydanı kaplayacak kadar çoğalmıştık. İşte böyle yürüdük 28 Nisanlardan ötelere doğru… Onurla ve inançla; ama bilincimiz tartışmalıydı. Diktatörlüğe karşıydık. Adalet ve eşitlik istiyorduk. Ama daha yolun en başlarındaydık. Henüz satır aralarını okuyamıyorduk. Bu körpe bedenler, yetkin dimağlara dönüşebilecek miydi zamanla? 28 Nisan Perşembe günü aralanmaya başlayan bu kapıdan içeriye kimler girecekti? "Olur mu, böyle olur mu"ydu? Beyazıt Meydanı inliyordu adeta. Kardeş kardeşi vurur muydu? Kerem ilk kez bir polis memurunu elindeki tabanca ile insanların üzerine ulu orta ateş ederken görmüştü. Şaşkınlık tüm bedenini kaplamıştı. Hayır bizi korumuyorlardı; acımasızca bize saldırıyorlardı. Namluların ucu biz üniversite öğrencilerine doğrultulmuştu. Üstelik Kerem henüz birinci sınıfta yeni yetme bir çaylaktı. Şaşkınlık diz boyuydu. Hayret, herkes için en temel sözcüktü. Derken asker geldi meydana. Polisleri iteleye kakalaya onlarla aramıza girdi, güvendeydik artık. Kerem asker ile polisin birbirinden ayrı bir güç olduğunu ilk kez o anda anlamış ve hiçbir zaman unutmamıştı. Müthiş bir travmadır bizzat yaşanan bu manzaranın anısı. 1960'ın Nisan ayından beri yarası geçmeyen, acısı dinmeyen, zaman zaman da için için kanayan bir yara. İnsanın bir yerinde bir yara oluşursa aklı/fikri o bölgeye yönelir. Akıl yaranın bir an önce iyileşmesi ile ilgilenir. Fikir, yaranın doğuş nedenleri üzerindeki meşguliyetini sürdürür. Sahi bu yaranın ortaya çıkmasının nedenleri neydi? Kerem, üzerinden bunca yıl geçmiş olmasına rağmen çözemediği bu sorunun yanıtı üzerinde zihninin hala debelenmekte olduğuna şaşıyordu. Tıpkı o meydandaki gibi hala hayret ediyordu. Çünkü oldukça kaygan bir zemine basıyordu soru, yanıt basit değildi. Derken 27 Mayıs geldi! Türk Silahlı Kuvvetleri “kardeş kavgasını önlemek amacıyla” idareye [geçici bir süre için] el koymuştu. Sonraları bu tarihi gün, cunta olarak nitelendirildi; o zamanlar devrim deniyordu. Biz de devrimi yaratan üniversitelilerdik. Unutmak mümkün değildi: Kerem belediye otobüsünde biletçiye "şebeke" deyip, indirimli bilet aldığında yaşlı bir adam yerinden kalkıp ona yerini vermişti. 27 Mayıs’larda üniversite öğrencileri o derece saygındılar. Böyle bir saygınlığı 19 yaşındaki bir gencin bedeni ile sindirip, dimağı ile öğütmesi ve hele hele anlaması oldukça güçtü. Ama “sonra ne oldu?”yu anlaması ise, tümüyle imkânsızdı…”
Alıntı yaptığım kitabın adı: Sol Sinyal…
Yaşanmış, unutulması asla mümkün olmayan bir olaydı bu satırlarda anlatılan.
Ve işte bizler, şimdi, 14 Mayıs 2023 seçimine doğru hızla yol alırken, bu satırları karalayan Kerem, şöyle düşünüyor:
*** Bu ülke 1960’larda demokrasi ve hukuk devletini arıyordu. Şimdi de öyle… !960 sonrasında dünyanın en demokratik anayasası oluşturuldu. En adil düzeni kuruldu.
Ama sonra?..
1971 cuntası… 1980 Kenan Evren darbesi… Çiller-Demirel-Erbakan derken, sonunda hedef 12’den vuruldu.
Şimdi yaraları iyileştirme zamanıdır. 14 Mayısta pansuman, 15 Mayıs’tan sonra, “Her şey çok güzel olmalı…”
Çünkü, Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket,
[ya bizim, ya bizim!..]