Dünlerde yönetenler "sus, devlet konuşuyor" derdi. Günümüzde daha nazikler, inceler, kibarlar; "Katılımcı yönetim" diyorlar ve "Halkla birlikte karar alıyoruz" diye yaldızlı sözlerle katılım kavramını parlatıp, süslüyorlar. Siz de konuştuğunuzu, düşüncelerinizi açıkladığınız ve dahası "katıldığınızı" sanıyorsunuz ama gelin görün ki, mikrofonun fişi çoktan çekilmiş, oyun çoktan yazılmış, dekorlar yerleştirilmiş, figüranlar seçilmiş ve dahası sahnelenmiş bile...
Daha anlaşılır bir deyişle; hoş geldiniz katılıma benzeyen ama katılım olmayan toplantıya!
Burada herkes konuşabilir; yeter ki hiçbir şey değişmesin, yalnızca yönetenler karar versin.
Diyorlar ki “Söz Sırası Sizde!” ...Ama yalnızca sıra... Söz kimde? Elbette ki yönetenlerde...
Katılmış olanlar iyi bilirler; ÇED toplantılarında yaşananları... Örneğin; köylüler ellerinde dosyalarla, raporlarla gelir. Kimi toprağının çatlamasından, kimi suyunun çekilmesinden, kimi torununun geleceğine ilişkin duyduğu kaygıdan yakınır. Toplantı salonunda bir sessizlik olur; ama bu sessizlik, söylenenleri duymanın, düşünmenin, konuşanların düşüncelerine değer vermenin sessizliği değildir, yalnızca duymazdan gelmenin, umursamazlığın sessizliğidir.
Köylünün sözüne karşı oluşan yönetenlerin sessizliğine bir de arka sıradan bir mühendis bir bakıma destek verir “Bunlar teknik değil, duygusal değerlendirmeler” der.
Sonuçta bilin bakalım kimin verisi onaylanır ya da geçerli olur? Elbette şirketin çevre danışmanlık firmasından aldığı copy-paste ÇED raporu geçerli olur.
Köylünün bilgisi, deneyimi; "yaşayan bilgi" olduğu için geçersiz sayılır. Oysa toprağın çatladığını gören göz, onun gözüdür ama toprağın pH'ını ölçemiyor diye köylü bilgisiz, sözleri değersiz sayılır.
Ve kadınlar; eğer kadınlar konuşursa "Ajitasyon", uzman konuşursa "Analiz" sayılır. Şöyle ki:
Parkı korumak isteyen kadınlar pankart açtıysa: “Duygusal tepki”.
Kentin çevresindeki bağa, bostana sahip çıkan anneler mikrofonu aldıysa: “Marjinal çevreci”.
Kadınlar bir araya geldiyse: “İdeolojik provokasyon.”
Ama bir adam PowerPoint açtıysa, koca gövdesiyle planı anlattıysa... işte o zaman “bilimsel sunum” olur.
Çünkü genel geçer kurallara göre; bilgi erkektir, bu nedenle kadınların bilgisi genellikle “ajitasyon” sayılır.
Ama gerçek ajitasyonu yapan kim, hiç düşündük mü?
Yerel halkın sesini bastırıp, onların yaşamlarını hiçe sayan kim?
Ve de Kent Konseyleri...
Kent planlamasına ilişkin bilgilendirme ya da karşılıklı değerlendirme amacıyla halk toplantıları yapılır. Broşür bastırılır, pankartlar asılır, halka katılmaları için çağrı yapılır ve “Planlara katkınız bizim için değerlidir” yazar afişlerde...
Sonra toplantıya katılırsınız; söz alırsınız, görüşlerinizi, beklentilerinizi, önerilerinizi açıklarsınız elbette ki oldukça sınırlı bir süre içinde ve dersiniz ki “Bu park, bu alan; bizim buluşma yerimiz, lütfen beton dökmeyin”.
Plancı size güler yüzle bakar, başını sallar; “Görüşlerinizi aldık.” der. Siz de sanırsınız ki görüşlerinize değer verilmiştir, siz katılımcı yönetişim bağlamında bir kentli olarak kentsel kararlara katkıda bulunmuşsunuzdur, dahası taşın altına elinizi koymuşsunuzdur. Yerel demokrasiye, yerel yönetişime olan inancınızla, görevini yapmış bir kentsoylu olarak mutlulukla evinize dönersiniz. Ama bilmediğiniz bir gerçek vardır; planlar çok önceden çizilmiş, ihaleler açılmış, bazen betonlar dökülmüştür bile...
Sizin katkınız da toplantı tutanağına “Mahalle sakinlerinden biri duygusal hassasiyet belirtti.” sözleriyle girer, kamusal yarar ilkesi her dönemde olduğu gibi hasır altı olur.
İşte burada soralım; katılım nedir?
Göstermelik, sözde bir eylem midir katılım olgusu; yoksa gerçekten halkın sesine, sözüne değer vermek midir? Hiç kuşkusuz ülkemizde katılım, yerel yönetişim, yerel demokrasi kavramları; pek çok yerde bir illüzyonun, aldatmacanın, kandırmacanın özenle yapılmış makyajıdır, göstermeliktir, desinler diye vardır, uygulamada hiç yoktur.
İşte bütün bu tutum ve davranışlar; "Epistemik Şiddet" denilen, Türkçesi ile "bilgisel dışlama" daha anlaşılır bir anlatımla halkın bilgisini, görgüsünü, düşüncesini, deneyimini yok saymadır.
Kuşkusuz ÇED toplantılarında ya da Kent Konseyleri'nde; köylü de kentli de konuşur ama mikrofonun sesi kısıktır.
Halkın sözünü; toplantıyı yöneten kişi (bu genellikle yerel yönetimin ya da yatırım yapacak olanların görevlendirdiği kişidir) kendi yorumunu katarak, sözlerin gerçek anlamından ve amacından saptırır, değiştirir, devşirir, önceden alınmış karara göre benzeştirir, kaynaştırır. Sonuçta; Konuşma varsa bile anlamı yoktur. Katılım varsa bile etkisi yoktur. Bilgi varsa bile değeri yoktur.
İşte böylesi tutum ve davranışlar; epistemik şiddet ya da Türkçesi ile "bilgisel dışlama" olarak tanımlanır.
Bu uygulamaların açık anlamı da insanların bilgi üretme hakkının ellerinden alınmasıdır. Dahası halkın deneyiminin “bilgi” sayılmamasıdır. Bir başka anlatımla da bilenlerin değil, bildiğini sanan egemenlerin iktidar kurmasıdır, yalnızca onların söz söylemesidir.
Oysa yerel yönetim diyorsanız; gerçekten yerel olmalıdır.
Katılım diyorsanız; karar süreçlerine halk katılabilmelidir.
Demokrasi diyorsanız; halkın sesi, sözü yankılanırken mikrofonun fişi çekilmemelidir.
Kuşkusuz yalnızca konuşmak yetmez. Sesimizi duyurmak da yetmez. Bilgiyi geri almalıyız. Halkın bilgisiyle, kadının sezgisiyle, köylünün tecrübesiyle ve doğrudan, doğayla, doğrudan bilgiyle kucaklaşmalıyız.
Çünkü bilgi yalnızca akademik çevrelerde, üniversitelerde değil; çatlamış toprakta, ağlamış gözde, o susmuş ya da susturulmuş halkın benliğinde, bilincinde, deneyiminde gizlidir.