Bazı sessizlikler kendiliğinden olmaz; yapısal olarak oluşturulur. Bazı bilgiler unutulmaz, unutturulur. Bazı sesler bastırılmaz, zaten hiç duyulmamış sayılır. Bu susturulma biçiminin adı; kanotik susturma...

Bugün bilimde, felsefede, akademide kadınların eksik temsili üzerine konuşurken yalnızca nicel yetersizliklerden değil, nitel bir dışlama düzeninden söz edilir. Bu düzenin adı; kanon olarak adlandırılır.

Kanon ne işe yarar, kimi susturur denirse...

Kanon, yalnızca “önemli kitaplar” sıralaması değildir. Kimin konuşabileceğine, neyin bilgi sayılacağına, hangi sesin meşru kabul edileceğine ilişkin kural koyan görünmez bir güç sistemidir. Felsefe kanonuna bakarsak; Platon, Aristoteles, Kant, Hegel, Heidegger, Wittgenstein... Ortak noktaları ne? Kadın yok. Kadın deneyimi yok. Kadın aklı yok sayılmış.

Bu bir rastlantı değil, kasıtlı bir seçimdir. Üstelik bu seçim, yalnızca kimlerin konuştuğunu değil, kimin sessiz kalacağını da belirler. Simone de Beauvoir’ın, Judith Butler’ın, Luce Irigaray’ın sesinin günümüzde bile “ana akım” sayılmaması bunun göstergesidir.

Kanonun epistemik şiddeti ya da bilgiyi sınırlayan güçten söz edildiğinde kanonik yapının, kadın bilgisini üç şekilde dışladığı görülür:

  1. Görmezden gelir; bilgi üreticisi olarak kadını yok sayar.

  2. Aşağılar; sezgisel, ilişkisel ya da deneyime dayalı bilgileri “bilim dışı” bulur.

  3. Simgeleştirir; kadın bilgisini yalnızca “duygu”, “ilham”, “annelik” gibi dar alanlara sıkıştırır.

Bu yapı içinde kadınlar ya konu edilir ya da hiç edilmez, ama asla "konuşan özne" olmaz.

Bilgi Ne Zaman “Bilgi” Sayılır? Kadınınki Değilse...

Bugün bilgi; gerçeğin değil, iktidarın geçiş kapısıdır. Değerli olan bilgi, akademik veri tabanlarında indekslenmiş, atıf almış, erkek kurullardan geçmiş ve Batı dillerinde yazılmış olandır. Oysa toprağın donmadan önceki kokusunu bilen köylü kadının sezgisi, tohumların döngüsünü ay takvimine göre anlayan ananın hafızası, doğumun zamanını bebeğin hareketlerinden okuyan ebenin bedensel bilgisi, bunların hepsi bilimdir. Ama kanon dışı bilimdir. İşte tam burada karşımıza epistemik değil, kanotik şiddet çıkar.

Kano(n)tik şiddet; dışlayarak yönetmek ne demektir?

Kanonik şiddet, kadını yalnızca susturmaz; onun bilgi üretimini değersizleştirerek sistem dışı bırakır.
Bu şiddet, yalnızca akademide değil; b
ir kız çocuğuna “çok soru sorma” denmesinde, bir kadın akademisyenin “sezgiyle çalışıyorum” dediğinde küçümsenmesinde, kadın yazarların felsefi metinlerinin “edebi” diye aşağılanmasında da görünür olur. Bir başka deyişle bu şiddet; bilginin ne olduğuna değil, kimin söylediğine bakar.

Öyleyse ne yapılmalıdır? Kadın bilgisi kanonun dışındaysa, yeni bir kanon kurmalıdır.

Şimdi yapılması gereken, kadın bilgisini kanonun kıyısına iliştirmek değil, yeni bir bilgi rejimi kurmaktır. Dolayısıyla toprağın bilgisiyle bedenin bilgisi birleşmeli, şifacılık, sezgi, döngü ve duygu; hakikatle eşit sayılmalı ve kadın yalnızca bilgiye erişen değil, bilgiyi doğuran, taşıyan, aktaran olarak saygı görmelidir.

Yeni bir bilgi çağında, kadın sesine göre ayarlanmış bir yankı odasına gereksinim vardır. Çünkü yalnızca kadınları değil, doğayı, yerliyi, sezgiyi dışlayan bu kanonik cehalet, hepimizi yoksullaştırıyor.

Bilgi, yalnızca laboratuvarlarda değil; ellerde, toprakta, döngülerde, duygularda da vardır.

Kanonlar yıkılmadan kadınlar konuşamaz. Ama kadınlar konuşmaya başladığında, kanonlar da çatlamaya başlar.

Çünkü bazı bilgiler, raflarda değil; annelerin sesinde, kadınların belleğinde, toprağın hafızasında yaşar.

Ve kadınlar bu bilgiyi duymakla kalmamalı, yazmalı, öğretmeli, yaşatmalıdır. Sonuç olarak; kanon, yalnızca kitaplar değildir. Kimi okutacağımız, kimden öğreneceğimiz ve kimi dinleyip, kimin sözünü kesmeyeceğimizdir kanon...