Gerçek nedir? Gördüğümüz mü, yoksa bize gösterilen mi? Artık yaşadığımız hiçbir an, saf haliyle bize ait değil. Ekranlardan süzülen sahneler, duygularımızın önüne geçiyor. Düşünmekten çok gösteriyoruz; hissetmekten çok filtreliyoruz. Fransız düşünür Jean Baudrillard’a kulak verecek olursak, gerçek çoktan sahneden çekildi — yerini onun gölgeleri, daha açık bir tanımlamayla simülakrlar aldı.
Baudrillard'ın "simülakr"ı, yalnızca bir taklit değil, aslı unutulmuş bir surettir. Reklamlarda, haberlerde, sosyal medyada karşılaştığımız tüm imgeler, gerçeği temsil etmek yerine onu örter. Artık “gerçekmiş gibi” olan şeyler, gerçeğin ta kendisine dönüşüyor — ya da biz öyle sanıyoruz.
Örneğin bir hamburger reklamını anımsayın: taze, buharı üstünde, iştah açıcı... Ama kutuyu açtığınızda solgun, ezilmiş bir nesneyle karşılaşırsınız. Ama ne önemi var ki? Zihniniz çoktan o “ideal görüntüyü” gerçek bellemiştir. Bu, yalnızca pazarlama değil; gerçeğin makyajla yer değiştirmesidir. Estetik harikası, silikonlu dilberlerin "ben güzelim" diyerek ortalıkta gezinmesi gibidir...
Savaşlar bile artık bu estetik tiyatronun parçası. Baudrillard’ın “Körfez Savaşı yaşanmadı” sözü, bir provokasyon değil, bir teşhistir. CNN ekranında izlediğimiz “gece görüşü efektleri” savaşın değil, savaş temsillerinin görselidir. Gerçek acı ekranda görünmez. Orada kurşun yoktur, yalnızca pikseller vardır. Kan değil, efekt akar.
Günümüzde tutsağı, tutkunu olduğumuz sosyal medya; bu simülasyon düzeninin tapınağına dönüşmüş durumda... Orada; kim olduğumuzu değil, kimmiş gibi görünmek istediğimizi gösteriyoruz. Filtreler, pozlar, etiketler... Bizi yansıtmıyor; bizi inşa ediyor. Kimlik, biyolojik değil; dijital bir gösteriye dönüşüyor. Artık “Ben kimim?” sorusunu sormuyoruz. Onun yerini, “Beni kaç kişi görüyor?” sorusu aldı.
Guy Debord’un Gösteri Toplumu kavramı, dünlerde kaldı. Bugün onu aşan bir dönemdeyiz. Artık gösterilenin bir aslı bile olmak zorunda değil. İnsanlar kendi yaşamlarını yaşamıyor; başkalarının yaşadığını sandığı yaşamları izliyor. Gerçek deneyim değil, temsil edilen yaşantı temel alınıyor. Ve biz, kendi yaşamımızın bile izleyicisiyiz. Beğenilere bağımlı, onayla tanımlanan, dışarıdan içeriye doğru parçalanan bir kimlik bu....
Günümüzde gerçek, üzerine toprak atılmış eski bir kazı alanı gibi... Kazmak zahmetli, ulaşmak belirsiz. Baudrillard’ın karamsarlığı burada: Belki artık gerçeğe dönüş yok. Ama biz, bu temsil düzenini fark ettiğimizde küçük direnişler başlatabiliriz. Bir hamburgerin kötü olduğunu dile getirmekle; bir sahte kimliği kabul etmeyerek; bazen yalnızca durup “Bu bana ait değil” diyerek…
Gerçeğe ulaşmak kolay olmayacak. Çünkü beyinlerimiz, sahteye bile bağlanmak üzere eğitildi. Ama belki de tam da bu yüzden; simülasyon çağında o eski şarkıyı yeniden anımsıyoruz:
“Yaşadım mı, öldüm mü anlayamadım…”