Tarih, zalimleri unutmuyor. Ama asıl unutulmaması gereken şey, halkların sessizliğidir.

Günümüzde sıkça dillendirilen bir vaat var: "Yapay zekâyla daha fazla özgürlük, daha çok demokrasi!"

Dahası deniyor ki; dijital çağın olanakları, katılımcı toplumların altyapısını güçlendirecek, yurttaş sesini daha duyulur kılacak, despotların karşısına algoritmik adaletle çıkacağız. Güzel bir düş, ama bir o kadar da tehlikeli bir yanılsama... Çünkü gerçek; ekranlardaki parıltıdan çok, ekranların arkasındaki karanlıktadır.

Yapay zekânın potansiyeli, doğru ellerde insanlığın ortak iyiliğine hizmet edebilir. Ancak hangi ellerin “doğru” olduğu sorusu, tam da tüm insanlık tarihi boyunca olduğu gibi bugün de politik bir soru(N)dur . Otoriter rejimler, bu teknolojileri özgürlük için değil, kontrol için seferber etmektedir. Yüz tanıma sistemleri, sosyal medya denetimleri, sansür algoritmaları, dezenformasyon botları, dijital gözetim kameraları… Tüm bunlar, distopyaların düşleyemeyeceği, kurgulayamayacağı bir gerçeklikte; Orwell’in 1984’ünün yeniden ve yeniden yazıldığını gösteriyor. Ama bu defa telescreen yerine cebimizdeki akıllı telefonlar aracılığıyla…

Hitler, Stalin, Mussolini... Tarih; otoriterliğin neye benzediğini görmemiz için yeterince örnek sundu bize... Ama bugünün totaliterleri; ne yazık ki yalnızca üniformalı ve nutuk atan figürler değil. Bugün otoriterlik; sivil giyimli, teknolojik jargonla konuşan, halkı 'korumak', 'güvenlik sağlamak', 'ulusal çıkarları savunmak' gibi yaldızlı söylemlerle kandıran algoritmik tiranlar biçiminde yeniden doğuyor.

Dijital çağda despotluk; yalnızca silahlarla değil, veriyle, kodla ve sessizlikle kuruluyor. Türkiye’de yaşanan baskılar, ifade özgürlüğünün bastırılması, internetin denetim altına alınması; Çin’de “sosyal puan sistemi”, Rusya’da siber muhalefet avı, ABD’de algoritmalarla biçimlenen kamuoyu mühendisliği... Bunların hepsi, aynı baskıcı dijital senfoninin farklı varyasyonlarıdır.

Bu koşullarda ne yapmalı?

Belki de sorulması gereken soru şu:

- Otoriter yönetimler bu kadar güçlüyken, birey ne yapabilir? Sesimizi duyurmak için hangi mecralar kalmıştır? Bu sorular karşısında susmak kolay, ama yanlış...

Her baskı döneminde ilk kaybedilen şey, gerçeğe ulaşma yetimiz olur. Tarihin saptırılmasına, belleğin silinmesine, alternatif gerçekliklerin oluşturulmasına karşı; kitaplarla, yazılarla, tanıklıklarla direnmek gerekir.

Algoritmalarla savaşmak için onları anlamak zorundayız. Hangi içerikler neden görünür, hangi haberler neden bastırılır, hangi veriler kimlere hizmet eder? Bunları sorgulamak, pasif kullanıcıdan aktif yurttaş olmaya giden ilk adımdır.

Otoriterliğin karşısında yalnız olmadığımızı bilmeliyiz. Latin Amerika’dan Uzak Doğu’ya, Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar direnen insanlar, basın emekçileri, akademisyenler, sivil toplum örgütleri var. Dijital çağda yalnızlık bir yazgı değil, bir yanılsamadır. Dayanışma, algoritmaların çözemeyeceği bir şifredir.

Küresel çaptaki otoriter baskılarla baş etmek, yerelde başlayan bir savaşımı gerektirir. Mahalle meclisleri, kent konseyleri, katılımcı bütçeler, dijital yurttaş forumları… Tüm bu küçük demokratik araçlar, büyük karanlıklara karşı elimizdeki meşalelerdir.

Yapay zekâ tek başına ne bir kurtarıcıdır, ne de bir cellat... Onu neyin yönlendirdiği, hangi sistemlerin içine yerleştirildiği belirleyicidir. Otoriter yönetimler var oldukça, en ileri teknolojiler bile insanlığa değil; iktidarın sürekliliğine hizmet eder. Önemli olan, bu araçları kimlerin elinde tuttuğudur. Asıl tehdit, teknolojinin varlığı değil; teknolojiyi kutsayan, ama demokrasiyi görmezden gelen düşünce yapılarıdır.

Unutmayalım: Teknolojiyi daha iyi insanlar yönetmedikçe, daha iyi bir dünya kurulamaz ve daha iyi insanlar, teknolojiden değil; etikten, bellekten, dayanışmadan ve cesaretten doğar. İleri teknolojilerin tutsağı olmak yerine, onları insanlığın yararına kullanan bir düzen için tüm dünya halkları vermeli elele !