Maddi olanaklardan yoksun bırakılan yığınlar maneviyatla yaşama tutunmaya çalışırlar. Kendilerine verildiği kadarına razı olmak, itaat etmek ve sabretmek; sihirli bir formül bu. Egemenlerin dili ile konuşan yaratıcılar, emekçilere neler yapmaları gerektiğini söylerler. Bu söylenenler bir rica değil, emirdir(!) Muhalefet yapması gerekenleri yapmayıp, halk muhalefetinin önünde değil arkasında yer alınca, inandırıcılığı ve güvenirliği kalmıyor!

Devleti yönetenler alışılmış biçim ve kolaylıkta yönetebilselerdi elbette fazlaca bir sorun çıkmazdı. Bir yandan sömürü ve ayrıcalıklar devam ederken, öte yandan sessiz çoğunluğun asgari talepleri bile karşılanamaz oluyor. Yaşamsal sorunların ağır bastığı güncel ortamda sıradanlar bir çıkış yolu bulmak için, normal koşullarda ilgilenmeyip uzak durdukları muhaliflerin ardına takılmaktadırlar. Bu ise oldukça doğaldır. Çünkü mevcut yönetim yeni şeyler vermek yerine pek az verilenleri bile kısmaya başlıyor. Oysa muhalefet önderleri somutta bir şey vermemelerine karşın sessiz çoğunluğun özlemleriyle çakışan vaatlerde bulunuyorlar. Kitleler açısından bu, yoklarla umut arasında bir tercih demektir ki; kitleler umudu tercih ediyorlar. Bu ise, kurulu düzene karşı muhalefetin gelişmesi demektir. Üstelik gelişen muhalefet bir yandan yönetime talip olurken, öte yandan da sistemle ilgili talepleri gündeme getirmektedirler. Bu talepler sadece herhangi bir ülkeyi değil, ulusal ve uluslar üstü sermayeyi çok yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenle emperyalist ülkeler, bağımlı ülkelerde kendilerine bağlı gizli örgütler oluşturmakta, asker ve polisler yetiştirmektedirler. (Kimi zaman bu yandaş bir başbakan bile olabilmektedir.) Ekonomik, siyasi ve askeri yönden bağımlı hale getirilen bu ülkelerde kendi çıkarlarını korumak için olası tüm önlemleri almaya çalışmaktadırlar. Öncelikle emperyalizme bağımlı taşeron bir hükümet kurmakta, bağımlı ülkenin güvenlik güçlerine kendi çıkarlarını korutmaktadırlar. Çünkü bu yöntem fiili işgalden daha ucuza mal olmaktadır. Bu nedenle milliyetçi ve reformist girişimler bile suç sayılmaktadır. Bu önlemler bile insanların insanca yaşama taleplerini yok sayamaz. Zaten önlemlerin sürekliliği sürekli bir muhalefetin ve başkaldırının olduğunun kanıtıdır. Muhalefetin oluştuğu ülkelerde ise devlet terörü güncelleştirmektedir. Statükoyu korumak isteyen güçler çeşitli baskı önlemleri almaktadırlar. Yönetim boşluk kabul etmediğinden bulunan her boşluktan muhalefet fışkırmaktadır. Böylesi gelişme ortamlarında şiddetin dozu yönetenlerce giderek artırılmaktadır. Baskı, yıldırma, etkisizleştirerek tarafsızlaştırma, basit kırıntılarla yön saptırma ve bütün bunlar yeterli olmadığında şiddete başvurmak, yani işkence etmek bununda etkisini yitirdiği noktadan sonra ise, yok etmek gündeme gelmektedir. Oysa yok etmek kendi meşruluğunu da aşan bir eylemdir. Buna karşın zaman zaman veya sıkça uygulanmasının nedenlerini şöyle açıklayabiliriz: Yargısız infaz insan yaşamına yöneltilen şiddetin doruğudur. Ama buna karşın uygulanmasının da bazı nedenleri var. Daha önce defalarca vurguladığımız gibi; her yargılamada bir yargılanma riski vardır. Her yargılanan kişinin suçlu olduğunu peşinen kabullenmek olanaksızdır. Çünkü her yargılama süreci sonuçta iki seçenekle karşı karşıya kalır; suçlu veya suçsuz. Bu nedenle haksız olarak suçlayanın suçlu çıkması olanak dâhilindedir. Suçlu konumuna düşme riski her zaman göze alınamaz. Hele sorun yasallık açısından değil, tüm yasaların üstünde olan insan hakları açısından ele alınınca çok daha farklı sonuçlar kaçınılmaz hale gelir. Dimitrof'un suçlanması, Alman Nazilerinin suçlarının kanıtlanmasıyla sonuçlanmıştır! Bu nedenle egemenlerin sınıfsal çıkarlarını koruma amacıyla açtıkları her güdümlü dava kendi suçluluklarını bir kez daha gözler önüne serilmesi riski ile yüklüdür. Ama yargısız infaz uygulandığında tüm bu süreçleri bir çırpıda atlayıp geçmek mümkün... Çünkü devlet elindeki tüm olanaklarla kimi vatandaşlarını suçluyor. Vatandaşların bu baskıcı, otoriter devasa güç karşısında suçsuzluklarını kanıtlamaları zordan da öte olanaksız gibidir. Kaldı ki, devlet adına görev yapan silahlı birileri gecenin ardına sığınarak ev baskınlarını gerçekleyip sonra da yayın organlarıyla öldürülenlerin suçlarını sayıp dökmektedirler. Yani öldürme işleminin haklılığını ve gerekliliğini kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Baskın olaylarında en güvenilir kaynak baskına uğrayanlar ve baskını gerçekleyenlerdir. Bunlardan baskına uğrayanlar öldürüldükleri için geriye baskını gerçekleyen infazcılar kalmaktadır. İnfazcılar konuşamayan öldürülmüşlerin de yardımıyla sadece suçlayarak kendilerini aklamaya çalışmaktadırlar. Bu aklama işlemine medyanın yanı sıra yetkililer, katılmaktadır. Böyle olunca geniş kitleler büyüklerine ibadet eder gibi inanmaktadırlar. Sonuçta ise infazcılar vatan kurtaran, öldürülenler ise suçlu olmakta; bunun da ötesinde öldürülmeyi hak etmiş olmaktadırlar. Ama ortada bir yargılama (biçimsel olsa bile) ve yargı kararı yok. Oysa devlet tüm vatandaşlarının can güvenliğinden sorumludur. Ama yaşanan gerçeklikler ise şunu gösteriyor; insanların can güvenliği devlete karşı korunmalıdır(!)