İNFAZ…
12MARTanımsatması “Devlet tanımı ona bakış açılarına göre değişmektedir. Sermaye cephesinden soruna yaklaşanlar devleti, toplumda düzeni sağlayan, bireyler arasındaki uzlaşmazlıkları genel yarar doğrultusunda çözen sınıflar üstü bir örgüt olarak tanımlamaktadırlar. Emek cephesinden bakanlar ise; devleti egemen sınıfların baskı aygıtı olarak nitelendirmektedirler. Egemen sınıflar artı değere devlet aracılığıyla el koymaktadırlar. Çünkü zor kullanma ve güç tekeli devletin elindedir. Silahlı güçler tekeline sahip olan tek örgüt devlettir. Devletin ortaya çıkışı sınıflı toplumlar eş zamanlıdır; "Toplumsal gelişmenin belli bir aşamaya ulaşması ya da toplum içinde işbölümünün belirgin bir hale gelip bir toplumsal örgüt yapısının doğması ile beraber devlet olarak tanımlanabilen kurumun da tarih sahnesine çıktığı söylenebilir." (Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi-Cilt 2, Say.388)
Şimdi sırasıyla devlet tanımlarını gözden geçirelim:
“Devlet, belli bir ülke üzerinde yerleşmiş, zorlayıcı yetkiye sahip bir üstün iktidar tarafından bir insan topluluğunun meydana getirdiği siyasal kuruluştur. “(Münci Kapani-Politika Bilimine Giriş, Say.17)
"Siyasi toplumun yapısını meydana getiren çeşitli grupları bir düzen altında toplayan, çeşitli ferdi ve kolektif kuvvetleri bir tek gayeye yönelten siyasi toplumun bütünüdür." (H.N.Kubalı-Anayasa Hukuku Dersleri, Say.29)
"Devlet muayyen bir ülke üzerinde ve hükümetle temsil olunan, üstün ve merkezi bir otoritenin hükmü ve gözcülüğü altında, muayyen hukuki ve otonom bir nizama bağlı olarak yaşayan insanlardan mürekkep siyasi ve en geniş birliktir." (A.F.Başgil-Devlet Nedir? Say.990)
"...devlet her şeyden önce -hatta devlet öncesi koloni döneminden biri de diyebilirdik- mülk sahibi yerel gruplarla yabancı burjuvaziler arasındaki pazarlık ve anlaşmaların yapıldığı yerdir." (Alain Rouquie-Latin Amerika'da Askeri Devlet, Say.42) zaten, "hâk
"...devlet im sınıf" kategorisiyle eşzamanlıdır. "Hâkim sınıf", devletin öncülüğüdür. Çünkü hâkim sınıf, toplumun geri kalan kesimine karşı belli bir zor, belli bir baskı uygulayabildiği ölçüde "hâkim" sınıftır ve devlet de, bu zorun, bu baskının uygulanmasının aracıdır." (R.Miliband/N.Poulantzas/E.Laclau-Kapitalist Devlet Sorunu, Say.18)
Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı yapıtında farklı örneklerle kısa tanımlar getirir. Atina için; "...devlet, doğrudan doğruya bizzat gentilice toplum içinde gelişen sınıfların uzlaşmaz-karşıtlıklarından doğar. (Agy. Say.174)
"Devlet, sınıf karşıtlıklarını frenleme gereksinmesinden doğduğuna, ama aynı zamanda, bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural olarak en güçlü sınıfın, iktisadi bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir." (Agy. Say.177)
Stanley W. Moore de, Marx, Engels, Lenin'de Devlet Kuramı adlı yapıtında şu saptamada bulunuyor:
"Sınıflı toplumlarda üretim biçimini sürdürmenin gerekli koşulu kitlelerin gücünün silahlı ve örgütlü bir azınlığın gücüne bağımlı kılınmasıdır. Mülkiyeti korumak, yürürlükteki yasaları ve düzeni sürdürmek için sömürenler sömürülenleri baskı altında tutacak bir aygıyı geliştirmek zorundadırlar." (Agy. Say.19)
Hemen hemen her tanımda yasalardan ve kurallardan söz edilmektedir. Peki, yasaların sınıflarla ve sınıf egemenliği ile olan ilişkisi nedir?
"Hukukun, devletin siyasal politikalarını, siyasal zoru onaylamaktan başka, fazlaca önemli bir işlevi olmadığı da açık, biliniyor." (Veli Yılmaz-Emirle Gelen İdam Kararları, Say.56)
Hukuk sonuçta mevcut yapının savunulmasını amaçlıyor. Bu yapı, demokratik sosyal hukuk devleti de olabilir, baskıcı faşist bir diktatörlük de... Zaten genelde yasal düzenleme kişi hak ve özgürlüklerini egemenlerce onaylanabilir sınırlara hapsetmektir. Bu sınırlar yapılabilecekler kadar, yapılmayacakları da belirler. Yasaların tüm bireyler için aynı şeyi ifade ettiği kuşkuludur. Ancak, bir eşitler toplumunda yasalar tüm bireyler için yaklaşık olarak aynı şeyi ifade edebilir. Oysa yaşanılan toplumlarda sınıfların varlığı tartışılmaz bir gerçektir. Böyle olunca; "Sınıflı toplumlarda, siyasal iktidarın "hukuk" olarak niteledikleri kurallar, temsil ettikleri sınıfların çıkarlarını korumak amacıyla oluşturulmuştur. Bu kurallar toplamına, gerçek anlamda "hukuk" gözü ile bakmak olanaksızdır. Çünkü hukuk, kökeninde bir sınıfın çıkarlarına değil insan haklarına dayanmalı, insan hak ve özgürlüklerini düzenlemeli ve ona hizmet etmelidir. Belli bir sınıfın çıkarlarını düzenleyen kurallar toplamına, ancak, "baskı hukuku" denebilir." (Halit Çelenk–12 Eylül ve Hukuk, Say.41)
Böyle olunca devlet egemen sınıfların çıkarlarını koruyacaktır. Bu amaçla yasalar çıkararak emekçi kitleleri denetim ve baskı altında tutacaktır. Ama günümüzde devlet sadece yargı, yasama, yürütme ve diğer devlete bağlı kurumlardan oluşmaktadır. Bu görünür örgütler dışında devletin demir çekirdeğini oluşturan illegal kurumlar da mevcuttur. Bu gizli güçler krizlerle gelen baskı dönemlerinde ön plana çıkarak devleti yönetmektedirler. "Yasal statüye tabi olmayan" bu güçler; "Gayrinizamî kuvvetlerin yeraltı unsuru kimliği ile artık devleti oluşturan kuruluşların en legali olarak yerüstünde faaliyet gösteren Kontrgerilla örgütü devletin doğrudan yönetici çekirdeğidir. 'Faili meçhul cinayetlerin ölü ele geçirme' operasyonlarının hukuki dayanağını oluşturan Gayri Nizami Kuvvetlere Karşı Hareket Talimnamesine ise, resmi yasal yasalardan önce temel bir hukuki belge olarak değer biçmek gerekiyor.
Yasal hukuk sadece bir vitrindir, bu üst başlıktır. Yasal hukukun, iç-savaş ilanı koşullarında, vitrinin güzelleştirilmesinin ötesinde fazlaca bir işleve sahip olmadığını görebilmek mümkün.
Üç-savaş hukuku kendi kurumlarıyla varoluyor. 'Gayrinizamî kuvvetlerin yeraltı unsuru; popüler adı ile Kontrgerilla örgütü, yargısız için bir yargı organı işlevine sahip. Yargılı infazlar için de Sıkıyönetim Mahkemeleri veya Devlet Güvenlik Mahkemeleri görev yapıyor." (Veli Yılmaz-Emirle Gelen İdam Kararları, Say.55/56)
Azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler için ekonomik krizler kaçınılmazdır. Zaten demokrasi bir gelişmişlik sorunudur. Gelişmiş ülkelerde içinde bulundukları koşullarla çakışan bir demokrasi, gelişmekte olan ve azgelişmiş ülkelerde ise, sadece kötü kopyalar mevcuttur. Askeri diktatörlüklerin olağan yaşam biçimi olarak algılandığı dönemlerde Latin Amerika ülkelerinde dış güdümlü diktatörlükler sadece devletin baskıcı yanı ile ilgili kanlı görüntüler sunmuşlardır dünya insanlık ailesine;
"Latin Amerika'nın güneyindeki ülkelerde, askerler, sistemin bir gereksinimine bağlı olarak iktidarı ele geçirdiler. Devlet terörü de, yönetici sınıflar başka yollarla işlerini yürütemedikleri için harekete geçmiştir. (...) Biçimsel demokrasi, iktidardaki güçlerin denetiminden çıkmayacağını garanti edebilseydi, varlığını korurdu. Güç anlarda, demokrasi, ulusal güvenliğe, yani oligarşinin ayrıcalıklarının ve yabancı yatırımların güvenliğine karşı bir suç teşkil eder. İnsan öğüten makinelerimiz, uluslararası çarkın bir parçasıdır. Toplum bütünüyle askerileşir, olağanüstü hükümet süreklilik kazanır, baskı yoğunlaşır. Buhran belirtileri ortaya çıktığında, zengin ülkelerde işsizliği önlemek, özgürlükleri korumak ve gelişme hızını düşürmemek için, yoksul ülkelerde yağmayı hızlandırmak gerekir. Onur kırıcı yapı uluslararası pazarlarda ve mali merkezlerde başlar, her yurttaşın evinde biter." (Eduardo Galeano-Latin Amerika'nın Kesim Damarları, Say.264/265)
Silahlı güç tekeli olmadığı zaman, devlet denen örgüt dağılmaktadır.
Devleti yönetenler alışılmış biçim ve kolaylıkta yönetebilselerdi elbette fazlaca bir sorun çıkmazdı. Bir yandan sömürü ve ayrıcalıklar devam ederken, öte yandan sessiz çoğunluğun asgari talepleri bile karşılanamaz oluyor. Yaşamsal sorunların ağır bastığı güncel ortamda sıradanlar bir çıkış yolu bulmak için, normal koşullarda ilgilenmeyip uzak durdukları muhaliflerin ardına takılmaktadırlar. Bu ise oldukça doğaldır. Çünkü mevcut yönetim yeni şeyler vermek yerine pek az verilenleri bile kısmaya başlıyor. Oysa muhalefet önderleri somutta bir şey vermemelerine karşın sessiz çoğunluğun özlemleriyle çakışan vaatlerde bulunuyorlar. Kitleler açısından bu, yoklarla umut arasında bir tercih demektir ki; kitleler umudu tercih ediyorlar. Bu ise, kurulu düzene karşı muhalefetin gelişmesi demektir. Üstelik gelişen muhalefet bir yandan yönetime talip olurken, öte yandan da sistemle ilgili talepleri gündeme getirmektedirler. Bu talepler sadece herhangi bir ülkeyi değil, ulusal ve uluslar üstü sermayeyi çok yakından ilgilendirmektedir. Bu nedenle emperyalist ülkeler, bağımlı ülkelerde kendilerine bağlı gizli örgütler oluşturmakta, asker ve polisler yetiştirmektedirler. (Kimi zaman bu yandaş bir başbakan bile olabilmektedir.) Ekonomik, siyasi ve askeri yönden bağımlı hale getirilen bu ülkelerde kendi çıkarlarını korumak için olası tüm önlemleri almaya çalışmaktadırlar. Öncelikle emperyalizme bağımlı taşeron bir hükümet kurmakta, bağımlı ülkenin güvenlik güçlerine kendi çıkarlarını korutmaktadırlar. Çünkü bu yöntem fiili işgalden daha ucuza mal olmaktadır. Bu nedenle milliyetçi ve reformist girişimler bile suç sayılmaktadır. Bu önlemler bile insanların insanca yaşama taleplerini yok sayamaz. Zaten önlemlerin sürekliliği sürekli bir muhalefetin ve başkaldırının olduğunun kanıtıdır. Muhalefetin oluşturduğu ülkelerde ise devlet terörü güncelleştirmektedir. Statükoyu korumak isteyen güçler çeşitli baskı önlemleri almaktadırlar. Yönetim boşluk kabul etmediğinden bulunan her boşluktan muhalefet fışkırmaktadır. Böylesi gelişme ortamlarında şiddetin dozu yönetenlerce giderek artırılmaktadır. Baskı, yıldırma, etkisizleştirerek tarafsızlaştırma, basit kırıntılarla yön saptırma ve bütün bunlar yeterli olmadığında şiddete başvurmak, yani işkence etmek bununda etkisini yitirdiği noktadan sonra ise, yok etmek gündeme gelmektedir. Oysa yok etmek kendi meşruluğunu da aşan bir eylemdir. Buna karşın zaman zaman veya sıkça uygulanmasının nedenlerini şöyle açıklayabiliriz: Yargısız infaz insan yaşamına yöneltilen şiddetin doruğudur. Ama buna karşın uygulanmasının da bazı nedenleri var. Daha önce defalarca vurguladığımız gibi; her yargılamada bir yargılanma riski vardır. Her yargılanan kişinin suçlu olduğunu peşinen kabullenmek olanaksızdır. Çünkü her yargılama süreci sonuçta iki seçenekle karşı karşıya kalır; suçlu veya suçsuz. Bu nedenle haksız olarak suçlayanın suçlu çıkması olanak dâhilindedir. Suçlu konumuna düşme riski her zaman göze alınamaz. Hele sorun yasallık açısından değil de tüm yasaların üstünde olan insan hakları açısından ele alınınca çok daha farklı sonuçlar kaçınılmaz hale gelir. Dimitrof'un suçlaması, Alman Nazilerinin suçlanmasıyla sonuçlanmıştır! Bu nedenle egemenlerin sınıfsal çıkarlarını koruma amacıyla açtıkları her güdümlü dava kendi suçluluklarını bir kez daha gözler önüne serilmesi riski ile yüklüdür. Ama yargısız infaz uygulandığında tüm bu süreçleri bir çırpıda atlayıp geçmek mümkün... Çünkü devlet elindeki tüm olanaklarla kimi vatandaşlarını suçluyor. Vatandaşların bu baskıcı, otoriter devasa güç karşısında suçsuzluklarını kanıtlamaları zordan da öte olanaksız gibidir. Kaldı ki, devlet adına görev yapan silahlı birileri gecenin ardına sığınarak ev baskınlarını gerçekleyip sonra da yayın organlarıyla öldürülenlerin suçlarını sayıp dökmektedirler. Yani öldürme işleminin haklılığını ve gerekliliğini kanıtlamaya çalışmaktadırlar. Baskın olaylarında en güvenilir kaynak baskına uğrayanlar ve baskını gerçekleyenlerdir. Bunlardan baskına uğrayanlar öldürüldükleri için geriye baskını gerçekleyen infazcılar kalmaktadır.”
“Yargısız İnfazların Araç ve Kaynakları.” adlı araştırmamdan bir parça alıntıladım. 12 MART faşist darbesini ve 12 Eylül darbesini hatırlatmak için.