VAHDETTİN İNGİLİZ ZIRHLISI HMS MALAYA ile KAÇIYOR..
“-KAÇARKEN VAHDETTİN’LE BERABERDİM..”
Kaçış öyküsünü Vahdettin’in İstanbul’dan kaçarken beraberinde götürdüğü, kırk yıllık tütüncübaşısı Kayserili Şükrü Efendi’den dinleyin.
Vahdeddin saltanatını bırakarak, İstanbuldan nasıl çıktı, nerelere gitti, tekrar padişah olabilmek hülyasıyla ne gibi çalışmalar içinde oldu, Bu arada yaman bir aşkın pençesinde neler çekti ve nihayet günün birinde, binbir İtina ile hazırlattığı baklava tepsisinin başına oturmadan nasıl göçüp gitti?
Bütün bunları, on sekiz yaşında saraya dâhil olup tam kırk yıl, bir gün bile Vahdeddinin yanından ayrılmamak Suretiyle onun mahrem kalmış hayatının her safhasını bilen ve sonunda da birlikte İstanbul’dan ayrılıp ölümüne Kadar yanında buluna emektarı Tütüncübaşı Kayserili Şükrü Efendi onun hakkında bilinmeyenleri anlatıyor
Vahdettin’i ölüm korkusu sarmıştı. Yargılanacağı ve idam edileceği eşleri arasında bile konuşulmaya başlanmıştı. Mustafa Kemal kazanmıştı. Anadolu’da çıkarılan onlarca iç isyanı bastırmıştı. Üzerine gönderilen Hilafet Ordusunu dağıtmıştı.. Fransızları, İtalyanları, İngilizleri yenmişti.. İngilizlerin destek verdiği Yunan Ordusunu denize dökmüş, Anadolu ve Trakya’ya hakim olmuştu. Hatta Refet Paşa komutasındaki öncü Türk Birliği İstanbul’a girmiş, Babıali Hükümet konağına yerleşmişti. Artık İngilizlerin de Savaşla veya savaşmadan İstanbul’u terk edecekleri belli olmuştu.
Vahideddin’in psikolojisi günden güne bozuluyordu, İslam âleminden yardım ve koruma talep eden bir beyanname yayınlamış… Fakat umduğu geri dönüşümü bulamamıştı. Başmabeyincisini Refet Paşa’ya göndererek Mustafa Kemal Paşa ile bir görüşme talep etmişti. Mustafa Kemal Paşa sultanın bu isteğini yazılı olarak bildirmesini, sonrasında görüşülebileceğini bildirmişti.
Fakat Vahidettin’in beklemeye tahammülü yoktu. Bir karar vermek zorundaydı.Ya kalacak, kendisini isyancı Türklerin insafına bırakacaktı. Ya da kaçacak kendisine yeni bir yol çizecekti. Kalsa işin ucunda idam edilmek vardı. Gözü yemedi, İşgal Kuvvetleri Komutanına mektup yazdı;“-Der saadet İşgal Orduları başkumandanı
General Harrington Cenaplarına,
İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden, İngiltere Devleti Fahimesine iltica ve bir an evvel İstanbul’dan mahalli ahara naklimi talep ederim Efendim.”
16 Teşrinisani (Kasım) 1922
Halifei Müslimin Mehmet Vahidettin
İngiltere hazırlıklıydı. General Harrington her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamıştı.
Malaya Müslümanları tarafından finanse edilip İngiltere’ye hediye edilen HMS MALAYA zırhlısı İstanbul’daydı. Vahdettin ve avenesini kaçırmak için hazır bekliyordu.. 16 Kasımı 17 Kasıma bağlayan gece İngiliz birlikleri Yıldız Sarayı’ndan Tophane rıhtımına kadar bağlayan tüm yolları tutmuşlardı. İsterseniz bundan sonrasını on sekiz yaşında saraya dâhil olup ölümüne kadar Vahdettin’in yanında ayrılmayan Tütüncübaşı Şükrü Efendi’den dinleyelim.
“-Yıldız Sarayı’nın arka kapısından, yani Şişli-Kağıthane yoluna bakan kapıdan bahçeye çıktık. Başmabeyinci Yaver Paşa, Mızıka-i Hümayun Kumandanı Miralay İbrahim Zeki Bey, Doktor Reşat Paşa, başseccadeci, esvapçıbaşı, Berberbaşı ve haremağalarından Mazhar da bavulları ellerinde orada hazır bekliyorlardı. Biraz bekledikten sonra, Sultan Vahdettin de oğlu Ertuğrul’la beraber yanımıza geldi. O sırada General Harrington da göründü. Kapalı otomobiller de önümüzde sıralandı. Hemen çantaları yerleştirdik.
Padişah; oğlu Ertuğrul ve General Harrington’la birlikte otomobile bindi. Arkadakilere de bizler bindik. O kadar erkendi ki ortalıkta kimsecikler yoktu. Geçtiğimiz yolu silahlı İngiliz askerleri tutmuştu. Yanımızda ve peşimiz sıra içleri yine İngiliz askerleriyle dolu kamyonlar geliyordu. Doğru Tophane’ye vardık. Otomobillerden iner inmez, rıhtımda bekleyen İngiliz istimbotuna buyur ettiler, bindik. Yıldız’dan buraya gelinceye kadar zaten Türk olarak kimseye tesadüf etmemiştik. İstimbot, açıkta demirli duran ‘Malaya’ zırhlısına yanaştı. Padişah, arkasında biz, ağır ağır merdivenleri çıkarak güverteye vardık. Sultan Vahdettin, kendisini merdiven başında selamlayarak karşılayan amiralin elini sıktıktan sonra salona girdi. Orada kahve ikram ettiler. Doktor Reşat Paşa tercümanlık etmeye çalışıyordu; ama iyi İngilizce bilmediğinden beceremiyordu. Beş dakika kadar geçince İngilizler salondan çekildiler. Padişah da ayağa kalktı, bana döndü,
“Gel Şükrü” dedi. Peşi sıra yürüdüm. Kamarasını gösterdiler, oraya girdi. Çok yorgun bir halde koltuğa çöktü, sesi titriyordu: “Ertuğrul’un yeri ayrı, dikkat edin, çocuğu deniz falan tutarsa başından ayrılmayın” diyordu.
“Merak buyurmayınız efendimiz” diye kekeledim. Ama dilimin ucuna geldiği halde böyle nereye gittiğimizi soramıyordum. Maiyetini teşkil eden bizler, emri ve arzusunu kıramayarak -doğrusu istemeye istemeye; fakat kırk yıldır hizmetinde, her iradesine boyun eğmeye olan alışıklığımız tesiriyle- peşine takıldığımız bu yolculukta, nereye gittiğimizi bilmiyorduk ve kendisi o kadar mahzun ve kederli idi ki, işte soramıyordum da… Ama meraktan da çatlıyordum. Bu halimi sezmiş gibi, “Mukadderat” diye konuşmaya başladı, “Mukadderat Şükrü… Şimdilik Malta’ya gidiyoruz, öyle icap etti. Oradan sonra bakalım, kısmet neresi ise… Sen şimdi çantaları aç, gecelikleri falan çıkar, sonra geminin mutfağını bul, kahvemle yine sen meşgul ol!”
Dediklerini yaptım. O gün altmıştan fazla sigara ve sekiz fincan kahve içtiğini hatırlıyorum. Artık yoldayız.. Her yanına gidişimde ilk sözü şu oluyordu: “Heyhat… Mukadderat böyle imiş!”
Gemide alaturka yemekler yapıyorlar ve hünkârın et sevmediklerini bildikleri için sebze, makarna, pilav, börek gibi şeyler pişiriyorlar, hele bayıldığı muhallebiyi sofradan hiç eksik etmiyorlardı. Bu üç günlük yolculukta, yemeklerini oğlu Ertuğrul’la beraber yiyor, yemekten sonra iki saat kadar yatıyor ve kamarada entarisi arkasında, terlikleri ayağında, bir aşağı bir yukarı dolaşarak boyuna kahve ve sigara içiyordu. Yalnız, sabahları kahvaltıdan sonra giyinip güverteye çıkar, biraz oturur, gezinir, amiralle üç beş -işaret dili- laf eder, kamarasına dönerdi. Kamarada yanındaki çantalardan birinin içinde, üç bin altın lira vardı. Daha ilk gün onu göstererek, “Vakıa emniyetteyiz ama ne olur ne olmaz, sen yine ihtiyatlı ve dikkatli bulun…” dediği zaman, ben birdenbire boş bulunmuş, bir anda, onbir kişilik kafileye bu kadarcık paranın kaç gün yeteceğini düşünerek, “Hepsi bu kadar mı efendimiz?” diye soruvermiştim.
Benim endişeli halim hoşuna gitmiş olmalı ki ilk defa gülümseyerek, “Merak etme Şükrü…” dedi. “Yirmi bin İngiliz Lirası da Londra Bankası’nda var.” Dedi. Ben ise yine kendimi tutamadım: “Başka yok mu efendimiz?”
“Daha ne olsun Şükrü?” diye yüzüme baktı.
-“Kalabalığız da efendimiz.”
-“İdare ederiz, Allah kerim.”
-“Efendimiz, Kur’an-ı Kerim de o çantada mı?”
-“Hangi Kur’an-ı Kerim’den bahsediyorsun?”
-“Hani, Hazreti Osman’ın yazısı…”
Hünkâr öfkelenivermişti birdenbire… Sonradan öğrendim ki, bu meşhur ve çok kıymetli kitabı nasılsa yanına alıp beraber getirmeyi akıl edememiş. Ve buna ömrünün sonuna kadar yanmıştı. Hazreti Osman’ın bizzat kendi eliyle yazdığı -kat’i şekilde ifade edilen- bu Kur’an-ı Kerim’i İstanbul’dan hareketimizden bir ay kadar evvel Topkapı Sarayı’ndan getirtmiş; odasında, yanında alıkoymuştu. Fevkalâde nefis cildi bile nadide taşlar, değerli elmaslarla süslü olan bu kitaba elli bin altın kıymet biçiliyordu. Biz Hünkârın bunu mutlaka cebine koyduğunu sanıyorduk. Meğer geri vermiş…
Uzatmayayım, İstanbul’dan ayrılışımızın dördüncü günü sabahı (20.Kasım 1920) Malta’ya vardık. Hünkâr, bu seyahatin ilk iki gününü nispeten sakince geçirmiş; fakat son günü sabahtan akşama kadar yalnız İstanbul’dan, orada kalan üç kadın efendiden -eşinden- ve bilhassa en gözdesi olan Nimet Sultan’dan bahsetmişti. Vahdettin, Nimet Sultan’ı delice seviyordu… O yaşında, bütün bu başına gelenlere, her şeye rağmen halâ bu sevgi ile yanıp tutuşuyordu. Malta’da açıkta demirleyen ‘Malaya’ zırhlısından istimbotla rıhtıma çıktık. Yine ortalıkta kimsecikler yok. Galiba emniyet tertipleri… Her ne ise, otomobillerle tenha yollardan geçerek bizi, ikametimiz için hazırlanmış döşeli dayalı konağa götürdüler. Hizmetçiler, aşçılar, her şey tamam; ama Malta pek berbat bir yer, hiç hoşlanmadık… Ve burada kaldığımız otuz yedi gün içinde Hünkâr, bir gün dahi sokağa çıkmadı. İstediği öteberiyi bana aldırırdı, bunların başında da daima konyak vardı. Kendisi odasında kapalı, ne kitap okur, ne yazı yazar; sadece düşüne düşüne, arada bir de yine odasında dolaşa dolaşa vakit geçirir ve İstanbul’dan, hele Nimet Sultan’dan haber beklerdi.
Kaynak:
Vahdeddin'in Son Günleri Tütüncübaşı Şükrü Anlatıyor
Feridun Kandemir yağmur yayınevi 2014