Arif Anıl GÜLEÇ
TOPLUM, BİREY VE İKTİDAR
“Toplumsal Biyoloji” nin gelişimi ile sosyolojik gelişim arasındaki ilişkilere kısa da olsa geçen haftaki makalede değindik. Ancak Üst- Yapı tartışmaları üzerine yöntem tartışmalarında, düşünürler arasında bir konsensüs oluşmuş değildir. Bu tartışmanın taraflarının renk sıkalası bir hayli geniştir. Bununla birlikte Son zamanlar da epeyce popüler bir konu olan “Toplumsal Hafıza Alanları” üzerinden yürüyen tartışmalarda, “Toplumsal Mit”, “Kutsal Değer” ve “Kutsal Öğreti” gibi kavramlar üzerinde duracağız.
Bunlardan en göze çarpanı Malinowski’dir. Öyle ki mit kavrayışı, bir hayli dikkat çekicidir. Ona göre mit; “ toplumsal biçimleri belirleyen, iktidar, imtiyaz, ve mülkiyet paylaşım sistemini garantileyen temel bir sosyal yasadır. Malinowski mit kavramını masal, söylence, efsane gibi olgulara indirgenmesini, onun toplumsal işlevlerinin hiçe sayılması bakımından yüzeysel ve taraflı bulur. İlk insan’ın yaşamsal süreçlerinde yol gösterici olan öğreti ve anlatıların toplumsal yasalarla, dinle, sosyolojik ilkelerle ilişki içerisindedir. Burada belirtmek gerekirse, mit ve ideolojiyi işlevleri bakımından özdeştirmek konusunda Malinowski hiçte haksız görünmemektedir. Ancak “ideolojiler” ve “mitler” dayanakları ve kaynakları bakımından farklı şeylerdir. Mitler tarihsel olarak gücünü doğa üstü güçlerden, uhrevi varlıklardan alırlar. İdeolojilerin böyle bir mecburiyeti yoktur. İdeolojilerin içerisinde, ideolojiler ile dolaysız ilişkiler kuran teoloji dahi kuramsal olarak, ruhani, efsanevi dayanakların dışına çıkmak durumunda kalmış, tanrının varlığını basit mantıksal süreçlerle açıklama yoluna gitmiştir. İdeolojiler toplumsal sınıf mücadelenin taraflarını tüm açıklığıyla ortaya koyar, onu kristalize eder. Günümüz toplumsal hafıza kuramlarının genel çerçevesine baktığımızda “ideolojiler” ve “mitler” özdeş kabul edilirler. “İdeoloji” ile “mit” leri özdeşliği, onu tarihsel bağlamından koparmak, kendini “antropoloji” kökenli sosyologlarda hissettirmektedir. “Antropoloji” ise ne yazık ki kendini şeylerin karanlık duvarlarına hapseden, “aristokrasi” nin sınırlarını aşamamış dar kafalılar tarafından gerçekleştirilebilirdi. Bu derecede bir “dar kafalılık”, böylesine bir özdeşlik ile tarihsel gelişimi mahkûm eder, ilerlemeyi durdurur, bireyi ve toplumu metafizikleştirir. İnsan iradesi ve toplumsallık üst-yapı konumuna indirgenir ve İnsan değişmez bir olgu olarak kabul edilir. Bu ise bireysel bir tercih değildir elbette. Kendine bir süre kapitalist dünyada yer bulamayan aristokrasinin “mezarlarından” tekrar geri çağrılması olarak okunmalıdır. Bu tercihi belirleyen şey; bütün içsel dünyasına, işçi sınıfı korkusu dolmuş üst-sınıf katmanlarının mantıksal, idealist ideolojisidir ve onun yeni dünyada yer bulma arzusudur.
Tarih ise ödenmiş ve ödetilmiş bedellerin tüm toplamıdır, burada tarafsız olmak diye bir şey söz konusu değildir. Tarafsız olmak 21. Yüzyıl post-modern kültürünün ruhudur, atomize olmuş toplumun “hafıza alanıdır” ve mitlerin en etkilisi, en kitlesel olanıdır. Çünkü o toplumsal ilişkilerin üstünü örter ve onları silikleştirir. Pervasız bir şekilde binlerce yıldır insan alınteriyle, kanıyla elde edilmiş tüm kazanımları, değerleri, erdemi “hiçliğin” karanlığına fırlatır. Kişiyi kendi toplumuna karşı ilgisizleştirir. Topluma ilgisiz olan kişi, toplumu kendine “nefret malzemesi” haline getirir ve ona güvenmeme nedeninin alt yapısını oluşturur. Post-Modernite’nin etkisinde kalan birey umutsuzluk üretir. Psikolojik buhranını “anti-depresan” ilaçlarla ya da “alkolizm” ile geçiştirmeye çalışır. Hâlbuki bu kişilikteki insanlar; tan yeri kızıllaştığı vakit, kuşanmış oldukları toplumsal ön-yargıları bir tarafa atıp, güneşe ilk koşan insanlar olurlar; onların tek ilaçları budur.
Malinowski’nin açmış olduğu koroya Claude-Levi Strauss da katılır. O, “tarihsel hafıza” ile “mitolojik hafıza” arasında pek fark görmez. Ancak Strauss, Malinowski’nin metafiziğini bir üst aşamaya taşır; “Erekselleşmiş Septisizm”. Strauss, yazı öncesi toplumların mitlerinde olduğu gibi, târih araştırmalarında da farklı görüş ve eğilimlere mensup târihçilerin araştırmalarında, aynı olayın, her biri bilimsel verilere dayanmakla ve anlatılan târihî olayın örgüsü aynı kalmakla berâber, farklı anlam, amaç ve sonuçlar içerecek şekilde anlatıldığına sürekli şâhit olunması, bilimsel târihçiliğin mitolojiden bir kopuş olmadığını, aksine bilimsel târihçiliğin, mitolojinin bir devamı olduğunu savunur. Görüldüğü gibi kimi düşünürler tarih bilimini bir bilim olarak görmez. Çünkü Tarih denen kavram ancak mitlerle ilgili olabilir. Özellikle modern tarih tezleri ile mitlerin bütünüyle özdeş bir kavram olarak kanıtlamaya çalışırlar. Ancak böyle bir şey asla kanıtlanamaz. Kanıtladığı anda tüm doktrin çöker. Çünkü Strauss tarihsel bağlamından kopmuş, “mitler” ile kuşanmış tüm davranış kalıplarını sosyalleştirir. Burada Nedensellik ilkesi ciddi anlamda sakatlanır. Bilimler’in egemen sınıfların elinde, çarptırıldığı hatta bir güç imgesi olarak kullanıldığı inkar edilemez. Ancak bu durum bütünüyle bu şekilde tanımlanamaz. Çünkü Bundan yüzyıllar önce Dünya’nın küre biçimini kanıtlayan bilim insanları için bilgi nesnesi bakımından mit üretiyor demek durumunda kalırdık. Bugün ise yüzyıllar önce kapanmış bir konu olara, tarihin karanlığına gömülen “düz dünya” kuramı kör bir radikallikle savunulagelirdi ki bu savunu günümüzün post-modern aymazlığından daha verimli çağ bulamazdı. Şüphe’nin sınırları “tarihsel akıl” ile çizilmiştir. Tarihsel akıl, düşünen hiçbir zihni muktedirleştirmez, tabulaştırmaz ve ya kutsallaştırmaz.
Bunun dışında iddia edilen metafizik kuramlar geçmişi mahkûm etmekle kalmaz, geleceği de karanlığa hapseder. Öngörülemez, bilinemez, örgütlenemez olan bir gelecek…
Üst-yapı tartışmalarında, Michel Foucault’un kuramları önemli bir yer tutar. Foucault kelimelerin sürekli bölünerek yeni anlamlar kazanmasını ve ilk anlamında uzaklaşmasını “kelimelerin sessizliğe bürünmesi” olarak yorumlar.(Aycan, s.f 10). Burada değişim, sadece negatif anlamıyla ele alınır ve değişimin diğer unsurları tartışmaya kapatılır. Bunu yanı sıra Foucault’a göre çok anlamlılık, anlamsızlığa yol açar. Bu çok anlamlılık bilinçli olarak salt iktidarlar tarafından üretilen birşeydir. İktidarlar nosyonları ve olguları muğlâklaştırarak, tözsel olanı gizlerler. Böylece toplumda gerçeklik, fenomolojik bir olgu olsa da özünden hem de iktidarlar tarafından çarpıtılırlar. Ancak Foucault, burada iktidar olgusunu tüm sınıfsallığından ve toplumsallığından soyutlar. Foucault’ya göre, toplumun varlığı iktidârın varlığına bağımlıdır; iktidârın yok edilmesi, toplumun yok edilmesi demektir.
Foucault burada devlet ile iktidarı özdeştirir ve toplum- iktidar ilişkisini tersine kurar. İktidar göklerden inmiş gibidir. Tabi ki üst-yapının böylesine tek yönlü işlediği hiçbir örnek yoktur. İktidar Erk’inin sınırlandırılamaz ve önlenemez olduğu dönemlerde dahi böylesine tek yönlü bir ilişki yoktur. Burada ayırt edici olan şey Foucault, Marksizm karşıtı kuramını, yine ona eklemlenerek kurma yoluna gitmesidir. Herhalde bunu dersek abartmış olmayacağız.
Tarihsellik ve iktidar ilişkilerine gelince; Georgiy Plehanov’un “tarihte bireyin rolü üzerine” adlı eserinde o belleklere kazınan örneğini hatırlayalım.(Plehanov, sf.41)
“XV. Louis’in hükümdarlığı sırasında Fransa’da askeri işlerin durmadan kötüleştiği herkesçe bilinmektedir. Henri Martin’in de gözlemlediği üzere Yedi Yıl Savaşları sırasında katarında daima çok sayıda fahişe, tüccar ve hizmetçi ve binek atı sayısının üç katı yük beygiri barındıran Fransız Ordusu, Turenne ve Gustavus-Adolphus’un ordularından ziyade Darius’un ve Xerxes’in1 göçebe sürülerini andırıyordu. Archenholtz savaşın tarihini anlattığı eserinde nöbet sırası gelen Fransız subaylarının çoğunlukla görevlerini bırakıp yakınlarda bir yerlere dans etmeye gittiklerini ve üslerinin emirlerine ancak akıllarında yattığı takdirde itaat ettiklerini anlatır. Askeriyenin bu içler acısı durumunun nedeni, orduda yüksek mevkileri işgal etmeye devam eden aristokrasinin çürümüşlüğü ve kaçınılmaz sona doğru hızla sürüklenen “eski düzen”in genel alt üst oluşuydu.”
Burada XV. Louis’in egemenliği buharlaşmıştır. İktidar erki, toplumsallığın duvarına toslamıştır. Dahası iktidar erki, dizayn, restorasyon ve yönetim yeteneğini kaybetmiştir. Siyasal iktidarların toplumu dizayn ettiği birçok örnek sanıyorum bu değerlendirme yazısının kapsamını aşacaktır. Ancak Burada iktidar erkini tek başına değerlendirmek yerine hangi toplumda, ne tür sınıfsal ilişkilerle ve hangi saiklerle hareket edildiği sorulmalıdır.
Bu konuyla ilgili yazı dizinin sonuna geldik. Ne yazık ki bu konu hakkındaki bilgim bu kadarına el vermektedir. Yeni şeyler ve yeni olgular öğrendikçe, şekillenecektir.
Kaynakça
Plhenov, G(2010). Tarihte Bireyin Rolü Üzerine, İstanbul: Yazılama Yayınevi.
Woods, A ve Grant, T(2018). Aklın İsyanı: Marksist Felsefe ve Modern Bilim, İstanbul: Yordam Yayınevi
Bensussan G, ve Labica, G (2016), Marksizm Sözlüğü, İstanbul: Yordam Yayınevi
Gramsci A,(2011) Hapishane Defterimden Notlar, İstanbul: