Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryollarında memur olarak Erzincan’da görev yapan rahmetli babam bir akşamüzeri “Çocuklar tayinimiz Kayseri’ye çıktı, bir hafta içerisinde buradan Kayseri’ye taşınmamız gerekiyor” dedikten günler sonra Kayseri ilimizin Devlet Demiryolları tarafından bize tahsis edilen lojmana taşınmıştık.
Erzincan’da bizim kaldığımız lojmanda o yıllarda elektrik yoktu,
Çoğunlukla gaz lambası ışığında geçen hayattan fazla bir sıkıntımızın da olmayınca Kayseri’ye göç edinceye kadar işin doğrusu elektriğin ne kadar önemli bir o kadarda acil ihtiyaç olduğunun farkına varamamıştık.
Bizim Kayseri’ye taşındığımız 1975 yılının sonlarında televizyonlar bugünkü gibi renkli değildi,
Daha da önemlisi Televizyon haftanın üç günü belli saatlerde “Paket” denilen bir şekilde yayın yapar, Evinde televizyonu olanlarda beyaz ekranda gördüklerini ertesi gün televizyonu olmayanlara ballandıra, ballandıra anlatırlardı.
Bizim de televizyonumuz yoktu, bir memur maaşı ile 6 çocuğu okutmak zorunda kalan babamızda o şartlar içerisinde “eve bir televizyon al” demek zaten mümkün olmadığından bizde televizyon yayını olan akşamlarda evinde televizyon olan şanslı komşularımızın pencerelerinden görüntüsüne baktığımız ancak işitmediğimiz sesler üzerine yüzlerce yorum yapardık.
Kayseri’ye gelmemizin üzerinden 6-7 ay geçmiş ve bu geçen süre içerisinde televizyonu olan komşumuzun da bizden “illallah” etmesi sonucu artık işin şakaya gelir tarafının kalmadığını görev babam biraz birikmişlerinden, biraz borç harç, birazda taksit derken bir akşamüzeri evimizin en önemli köşesine bir televizyon oturtmayı başarmıştı.
Evin baş köşesine kurulan televizyon ile anlatılacak sahifeler dolusu hikaye var ancak şimdi meselemiz televizyondan ziyade Televizyon sayesinde daha yetmişli yıllarda nasıl Amerikan kültürüne teslim edildiğimiz ile ilgili anlatacaklarımız var.
Salı günleri siyah beyaz televizyonda Türk sineması vardı,
Türk sinemasının başlayacağı saat aşağı yukarı belli olduğundan gündüz saatlerinde imkanlar dahilinde pazardan meyve, kuruyemişçiden çekirdek ikmali yapılır ve Televizyonda sinema başlar başlamaz hiç kimseden çıt sesi çıkmadan pür dikkat seyretmeye başlardık.
Televizyon yayının olduğu günlerde seyrettiğimiz ABD dizlilerinin başında “Bonanza-Küçük Ev- Kaçak –Uzay yolu” başta olmak üzere çok sayıda dizi bulunuyordu, Pazar günleri ise sabah saatlerinden itibaren başrolünde John Wayne’nin bulunduğu Kovboy sinemalarını seyreder, sinema bittikten sonra da belimize taktığımız tahta tabancalar vasıtası ile bizde kovboyculuk oynardık.
Sonraları televizyon yayınlarının saati çoğalıp her güne çıkınca Televizyonda yayınlanan programların nerede ise yüzde yetmiş beşlik oranda başta ABD olmak üzere diğer ülkelere ait hepimizi ekran başında esir alan programları seyretmeye ve ABD’yi, ABD kültürünü kendi kültürümüzden daha iyi tanır vaziyete geldik.
19802li yıllarda televizyonların renkli yayına geçmesi ABD Kültür emperyalizminin bizi daha fazla sarıp sarmalamasına vesile oldu,
Artık 7/24 ekranlarda gördüğümüz ABD dizileri vesilesi ile Amerikalılar gibi giyiniyor,
onlar gibi davranmaya onlar gibi hareket etmeye,
saçımızı onlar gibi taramaya,
müziklerimizi de onlar gibi yapmaya büyük özen gösteriyorduk.
ABD Vietnam’da karşı karşıya kaldığı başarısızlığı RAMBO isimli sinema filmi ile bastırmaya, Soğuk savaşın en yoğun günlerinde de ROCKY isimli sinema eseri ile Rusya’yı bastırmaya yönelik kültürel bir üstünlük kurmaya çalışıyor ve ne yazık ki bunda da başarılı oluyordu.
Rahmetli babam özellikle ROCKY isimli sıralı sinema filminin televizyonda gösterildiği zamanlarda şartlar ne olursa olsun asla televizyonun karşısından ayrılmaz, hatta diğer boksörlerin filmde ABD şortlu ROCK’ye saldırdıkları anda “ Bu şerefsiziler ROCKY’yi dövdüklerinde sanki beni dövüyorlar, ne istiyorlar çocuktan” diye karşıdakilere demediğini bırakmazdı.
ABD’nin sinema eserleri, ABD’nin silah sanayi, ABD’nin süt tozu, ABD’nin Kuru üzümü, ABD’nin Johnson yardımı derken yıllar içerisinde ABD kültürü beynimize öyle bir kazındı ki,” Kaymakam adayları ABD’ye kursa gitmeden, Albaylık rütbesine gelmiş bir askerin ABD’’ye gitmeden terfi alması imkansız” diye bir algının oluşmasına yol açtı.
Daha doğrusu Türkiye 1950 yılında “Yeter Söz milletin” sloganı ile iktidara gelen Adnan Menderes ile zaten bir nevi ABD’nin uydusu durumuna gelmişti,
ABD için iyi bir Pazar olan Türkiye’ye her sıkıştığında borç veren bu sayede de bölgeyi Türkiye üzerinden kontrol etmek gibi bir misyon yüklenen ABD o gün bu gündür hayatımızdan bir türlü çıkmadı.
ABD bize çok partili hayata geçtik geçeli yapmadığı kötülüğü bir türlü bırakmadı, Ancak batılıların “Stockholm sendromu” şeklinde tarif ettikleri “Celladına aşık olma” hali bizi her geçen gün ABD’ye daha çok hayran etti ve bu hayranlıkta bir türlü bitmedi.
Amerika ile dost olduğumuzu kesinlikle söyleyemeyiz ancak ortada özellikle bize taraf bir samimi bir dostluk olmamasına rağmen nerede se varlığımızı tamamen ABD’ye teslim etme halinin hangi şartlarda geliştiğini de hiç kimse tam olarak ifade edemiyor.
Sokakta kiminle konuşursanız konuşun daha ismi duyulur duyulmaz muhatabınız anında ABD’ye verip veriştiriyor, ancak aradan birkaç dakika geçtikten sonra da aynı vatandaş ABD’nin büyüklüğünden, İnsanlarının nasıl rahat yaşadıklarından, ABD’nin dünyanın jandarması olduğundan tutunda akla hayale gelmeyecek övgülerde bulunuyor.
Güce hayranlık dünya kurulalı beri var,
1299 yılında “akşam Aşiret yatan ve sabah Devlet kalkan” Osmanlı İmparatorluğunun üç kıtada at gezdirdiği dönemlerde dünya bizi konuşuyor, Var olan diğer devletlerde yaşamlarını bize göre dizayn ediyorlardı, zira o zamanlarda Buyurucu sadece ve sadece Türklerdi.
“Buyurucu” olmak, kendi kültürümüzü dünyanın diğer ülkelerine de ihraç etmek için öncelikle güçlü bir ekonomik yapınızın, sonrada bütün dünyanın ezberleyeceği markalarınızın olması gerekiyor ki üstünlük size geçsin.
ABD’nin bizim üzerimizde yaklaşık 70 yıldır kurduğu baskı bizi zaten bu ülkeye bağımlı hale getirmişti,
Biz yıllar önce “Ne ABD-Ne Rusya-Ne Çin- Herşey bağımsız Milliyetçi Türkiye için” sloganını geliştirirken tamda bu günleri düşünüyor önlem alınması gerektiğini haykırıyorduk.
Taha Akyol bu durumu “Ne zamanki attan inip trene binmekte geç kaldık işte o zaman bütün bu felaketler başımıza geldi” şeklinde tarif ediyor, İçerisinde bulunduğumuz şartlara baktığımızda attan inip trene binmekte ne kadar çok geç kaldığımızı bizde içimiz yanarak hissediyoruz.