Tüm kelimeler kilitlenmiş. Hiçbiri içimdeki duyguları anlatmak istemiyor. Hepsi ya kaçıyor ya da kendini saklamış. Gökyüzündeki tüm maviler çalınmış, geriye karanlık ve puslu bir hava bırakılmış. Hüzün ve mutsuz gecelerden kalma dünlerin yerini tarifsiz duygular almış. Her ifadenin, her bakışın, her anın derin anlamları sıralanmış. Geceler gündüzlerle inatlaşmış, sabahlar artık daha geç oluyor. Güneş derin uykuda sanki. Tasarruflu kullanıyor enerjisini. Oysa ben üşüyorum sabahın taze mahmurluğunda. Yalnızlığımı bazen güneşte, bazen de gecenin zifiri karanlığında oyalıyorum. Yaşamın kıyısında yaslanacak umutlar arıyorum bir tesadüfün pençesinde. Bir düşün gerçeğe dönüşme ihtimallerini hesaplıyorum yorgun akşamların derin labirentlerinde. Düşmemek için dayanıyorum geçmişin küçük galibiyetlerine.
İnsanların yüzünde küçük tebessümler arıyorum anlık bakışlarımla. Kaybolmuş küçük bir gülümseme bulamıyorum yüzlerinde. Herkes sanki yalnız, herkes sanki yeni ayrılmış sevgilisinden. Tıpkı Edward Hopper'in resimlerindeki gibi. Ayrılığın tüm tonları işlenmiş yüzlerine. Mantıksal çıkarımlar yapıp kendimce bir iyimserlik moduna geçmek istiyorum. Yapayalnız duygular içinde sonsuz yarınlar düşlüyorum.
İnsani duyguların varlığını kitapların dünyasında arıyorum. Ta uzaklarda, Asya'nın bir ucunda Osamu Dazai'nin kaleme aldığı ” İnsanlığımı Yitirirken” kitabından sayfalar çeviriyorum bir Japon Kissaten Kafe'sinde. Oradan, zaman yolculuğuna çıkıp ikinci dünya savaşında toplanma kampında her türlü insanlık dışı muameleye uğrayan psikiyatrist Victor Frankly'nin “İnsanın Anlam Arayışı”ndan pasajlar okuyorum. Ve, birden Güney Amerika'nın And dağlarının kıyısındaki uçsuz bucaksız muz plantasyonları arasında Eduardo Galeano'nun “Güney Amerika'nın Kesik Damarları” kitabında uygarlıkların ve yerlilerin nasıl yok edildiğine tanık oluyorum. Afrika'daki kölelerin satış hikâyelerine girmeden, sanayi devriminden etkilenen İngiltere'de, Charles Dickens'in “Zor Zamanlar” romanının günümüzdeki yapay zekânın işsiz bıraktığı ya da bırakacağı insanların hikâyelerine odaklanıyorum. Sonra ateş üzerinde yavaşça yürüyüp Ortadoğu'nun meşum coğrafyasındaki olup bitenleri Edward Said'in kaleminden süzülen Oryantalizm’inden yarınlara dair bir çıkış yolu bulmaya çalışıyorum. Bu beni kesmemiş olacak ki o coğrafyadan Fransa'ya göç eden Amin Maalouf'un; " insanın neresi acıyorsa kimliği odur" mesajı ile “Ölümcül Kimlikler” deneme kitabında toplumların, kimliklerin nasıl ötekileştirildiğine tanık oluyorum. Oradan çıkmayı deneyip aydınlık yarınlarla buluşmayı denerken 21. yüzyılın fütürist yazarlarından Yuval Harari'nin Sapiens'ini okuyup insanlık tarihin geçirdiği evrelerin içinde kayboluyorum.
Derin uykudan uyandığımda, Ortadoğu coğrafyasının ortasında bir toplumun soykırıma uğramasının canlı tanığı olmaktan utanıyorum. Ölmenin ve öldürmenin sıradanlaştığı bu coğrafyada Hamas ve Hizbullah liderlerinin sırayla öldürüldüğünü ve on binlerce masum insanın ölümünü seyreden büyük devletlere lanet okurken, sosyal medyada halen İsrail'e ait olup olmadığı belli olmayan ürünleri boykota çağıran insanlara da hayret ediyorum.
Tüm olup bitenleri uzaktan izlemenin, yanlışa yanlış dememenin rahatlığını gördükçe bir düşünce sancısı sarıyor beynimi. Dünyanın teknolojik gelişmişliği, yapay zekâ, insansız hava araçları ve daha nice teknolojik aparatın zulme çare olmadığını ve kapitalizmin o acımasız kazanma ruhundan sıyrılamadığını görüyorum. Adaletsizliğin, hak, hukukun, insani değerlerin ve doğanın hoyratça çiğnendiği bir dünyada vicdanımı arıyorum. Bir de bakıyorum o da küreselleşmiş(!) ve kapitalizmin ucundan piyasaya girmenin yollarını arıyor! Hiç kimseyi suçlayamıyorum. Hepimiz olan bitenlerin bir yerinde olduğumuz sürece...