OSMANLININ SON DÖNEMLERİNDEN HABERİNİZ VARMI?

“Tarihi gerçekler yazılmazsa, zamanla uydurma argümanlar gerçek gibi algılanmaya başlar ve insanları şaşırtır bir niteliğe bürünür.”

Birinci Dünya Savaşı’nda yenilen Osmanlı Sevr görüşmeleri için Osmanlı Sadrazamı Damat Ferit Paşa, başkanlığında bir Osmanlı heyeti Haziran 1920’de Fransa’nın başkenti Paris’e gitti. Bu heyete Paris’te çok hor davranıldı, adeta tutuklu muamelesi yapılmaktaydı. Uzun görüşmeler sonucunda Sevr Antlaşması 10 Ağustos 1920’de Türkleri tamamen sömürge haline getiren ve Anadolu’nun ortasına sıkıştıran 433 maddelik idam fermanını Sevr’de namlı porselen fabrikasının çinili salonunda Osmanlı adına üç kişiden oluşan Bağdatlı Hadi Paşa, Rıza Tevfik Paşa ve Reşat Halis’ten oluşan tarafından imzalanmıştır.

Bu antlaşma sonucunda Osmanlı İmparatorluğu Anadolu’da 480 000 kilometrelik alana sıkıştırılmıştır. Daha sonra Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarının öncülüğünde başlatılan Milli Mücadele sonunda 256.000 kilometrekarelik daha eklenmiştir. 1937’da Fransızlarla sürdürülen müzakereler sonucunda 2 Eylül 1938’de kurulan Bağımsız Hatay Devleti, 29 Haziran 1939 günü devletin yasama organı olan 22 üyesi Türk olan 40 üyeli  Millet Meclisi'nin aldığı karar gereği Türkiye'ye katılmış ve Hatay ili olmuştur. Hatay, Türkiye Cumhuriyeti Devletine 47.000 kilometrekarelik arazi ile katılmıştır. Ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugün ki yüzölçümüne ulaşmıştır…

CUMHURİYETİN İLK YILLARINDA ANADOLU

“1923' te Türkiye'de; Nüfus 13 milyon civarıydı, 11 milyon kişi köyde yaşıyordu. 40 bin köy vardı, 38 bininde okul yoktu. Traktör sıfırdı, Karasaban’dı. 5 bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kırılıyor, insanlar kırılıyordu. İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi, verem, tifüs, tifo salgını vardı, üç milyon kişi trahomluydu, Bebek ölüm oranı yüzde 48’di, yani her doğan iki bebekten biri ölüyordu.

Memlekette sadece 337 doktor vardı. Sadece 60 eczacı vardı, sadece 8’i Türk’tü. Diş hekimi, sıfırdı. Dört hemşire vardı. 40 bin köy, sadece 136 ebe vardı.  Ortalama ömür 40’tı. Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bin. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu. Kiremit bile ithaldi. Adı; Marsilya kiremidiydi. Limanlar, madenler, demiryolları yabancıya aitti.  Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü.  Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan sadece dört fabrika vardı, HEREKE İPEK, FESHANE YÜN, BAKIRKÖY BEZ, BEYKOZ DERİ… Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı.  Otomobil sayısı bin 490’dı.  Sadece dört şehirde özel otomobil vardı.

Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken… Tiyatro yok, müzik yok, resim yok, heykel yok, spor yoktu.  Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil, padişahların hediyesi olarak, trenlerle çalınmıştı. Kimisi alaturka saat’i kullanıyor, güneşin battığı anı 12:00 kabul ediyordu. Kimisi zi saat’i kullanıyor, güneşin en tepede olduğu anı 12.00 kabul ediyordu. Kimisi güneş batarken grubi saat’i esas alıyordu,  Kimisi güneşin tamamen battığı ezani saat’i esas alıyordu.  “Saat kaç birader?” diye sorduğunda, her kafadan ayrı bir ses çıkıyordu.

Kimisi hicri takvim kullanıyordu, kimisi Rumi takvim kullanıyordu. Kimisinin Şubat’ı kimisinin Aralık’ına denk geliyordu. Herkes aynı zaman dilimindeydi, ama farklı aylarda yaşıyordu!  Dirhem, okka, çeki vardı. Arşın, kulaç, fersah vardı. Ne ağırlığımız dünyaya ayak uydurabiliyordu, ne uzunluğumuz… Ölçülerimiz Ortaçağ’dı.

Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece binde dördü okuma yazma biliyordu. Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subay veya gayrimüslimdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu. Toplam, 4894 ilkokul, sadece 72 ortaokul, sadece 23 lise vardı. Türkiye’nin tüm liselerinde sadece 230 kız öğrenci kayıtlıydı. Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu. Tek üniversite vardı, darülfünun, medreseden halliceydi. Ülke bilim’den çoook uzaktı.

600 sene boyunca Türkçenin ırzına geçilmiş, Osmanlıca denilmişti. Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimeler, Levanten terimler dilimizi istila etmişti. Karşılıklı sesli-sessiz harfleri olmayan Arapçayla Türkçe yazmaya çalışıyorlardı. “Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik,” deniyor ya…

İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz? Sadece 417’ydi. Bunların da çoğu gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Zaten, Müteferrika da devşirmeydi, Macar’dı. Bu topraklara kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, 5 milyar adet satılmıştı.  Voltaire, bir kitabında şu ağır tespiti yapmıştı: “İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan azdır!”

HER ŞEYDEN ÖNCE KİTAP OKUYALIM DA DÜNYADAN HABERİMİZ OLSUN, ABARTILARI DEĞİL, GERÇEKLERİ ÖĞRENELİM. TARİH MİLLETİN HAFIZASIDIR…