Bugün birbiriyle ilişkisi yok gibi gözüken ama özde çok yakın ilişki içinde olan farklı sorunlara değinmeye çalışacağım.
Adam biliyor ama neleri bilmediğini de biliyor. Bildiklerini istediği gibi yapıyor; bilmedikleri ile ilgili olarak da bilgi alıyor. Bilgi edinmeyi onur ve gurur sorunu yapmıyor aksine, öğrendikçe yetkinleştiğinin farkında. İhtiyaç duyduğu bilgileri aldığında, onu içselleştirerek konu ile ilgili kritik yapma eşiğini aşıyor. Kimden söz ettiğimi anlamışsınızdır. Mustafa Kemal Atatürk’ten söz ediyorum. On beş yıllık Cumhurbaşkanlığı süresince tam kırk sekiz fabrika yapıyor. Tesadüfe bakın ki, bu fabrikaların tamama yakını on beş yıllık bir süreçte haraç-mezat yandaşlara peşkeş çekiliyor. Güvenlik açısından dünyada dokuzuncu sırada yer alan bir havaalanının park yapıldığı bir başka ülke var mı?
Bizim sorunumuz, neleri bilmediklerini bilmeyenlerin, her şeyi bildiklerini sanmalarıdır. Bu tür kararlardan dolayı, o kararlarla bir biçimde ilişkisi olan herkes ve her şey zarar görüyor; sadece %1’lik bir azınlık dışında(!)
Temel hakların kullanımı ve sosyal devlet açısından, akıl ve mantıkla bağdaşmayan yetkilerin nasıl bir pimi çekilmiş bomba olduğunu en iyi o yetkiyi kullanan bilir. Bunu bildiği için, kendisinden başkasının böyle bir sorumsuz ve sınırsız yetkiyi kullanmasını istemez(!) Bu ne demektir biliyor musunuz? Dişiyle, tırnağıyla ve birçok şey göze alınarak elde edilen veya el konan şeylerin birkaç dakika içinde yok olabileceğini bilmek ve görmek demektir! Eskiler bu gibi durumları anlatmak için; “Berhava oldu!” deyimini kullanırlardı. Söz konusu olan kurum veya kişiler, böyle bir şeyin olmasını isterler mi? Bunun için Can Atalay’ın vekilliği hukuka aykırı biçimde ve milli iradenin çiğnenmesi pahasına engellenir. Dahası bu amaçla Ahmet Şık’ın kürsü dokunulmazlığı ayaklar altına alınır ve meclis kana boyanır. Keşke bütün vatan hainliği ile suçlananlar Can Atalay kadar yurtsever olabilselerdi!
İnsanlık için en yararlı ve yaşamsal gerekliliği olan şey hukuktur. Hukuk uzlaştıran, çözen, güven temelli güvence veren, her koşulda haksızlıkların karşısında ve haklı olanların yanında olan, bir kurumsal oluşumdur. Bu oluşum, insanlığın en değerli miraslarından biridir. Özel ve genel durumları hak ve hukuk temelinde geçerli kılan ve saygı duyulması gereken bir sosyal olgudur…
İnançlar ön kabulleri tartışmaz, bu nedenle; insanlar en çok, en az bildiklerine inanırlar. Hele ki, ibadet ana dilde yapılmaz ise; bunun aracısı çok olur. Bu çokluk giderek ruhban sınıfını oluşturur. Oysa inanç ve ibadet kişiseldir. İbadet aracılarının maaşını devlet değil, onların arkasında ibadet edenler ödemelidir. Bir Hristiyan ya da Musevi değil, inancı olmayan vatandaşın böyle bir ödemeye mecbur bırakılması hukuka uygun mu?
Sermaye ve onun hizmetkarları (bir kısım dinciler ve bir kısım milliyetçiler) ile emekçiler ve emek dostları arasında eşitsiz bir çatışma sürdürülüyor. Bu orantısız güçler mücadelesinde emekçilere ve dostlarına karşı savaş hukuku uygulanıyor (Gezi mahkumları; Kavala, Can, Demirtaş ve öteki içerdekiler…).
Ülke tüm kaynakları ile önemle ve özenle korunması gereken nitelikli emek gücünü kaybediyor. İşsizlik tüm azgınlığı ile yaşam mücadelesi veren insanlara saldırıyor! İşe alınmalarda sınav tek değerlendirme kriteri olması gerekirken; yapılan mülakatlarla biatçı yandaşlar işe alınıyor. Sınav bir şekil şartı olarak yapılıyor ama mülakat belirleyici oluyor. Bu olumsuz uygulama sonucunda nitelikli işgücü hızla ülkeyi terk ediyor. Kötü para, iyi parayı kovar kuralı burada da işliyor. Giden insanlarımızın yerine niteliksiz sığınmacılar ülkeyi işgal ediyor. Bütün bunlar yetmemiş gibi; Irak ile yapılan anlaşma gereği, on beş yaşından küçük ve elli yaşından büyük olanlar vizesiz olarak ülkeye girebilecekler(!)
Gelişmiş ülkeler, gelişimi engellenmiş ülkelerin, gelişme olanağı bulabilen yurttaşlarını bünyelerine katmaya devam ediyorlar. Gelişmiş ülkeler kazanırken, gelişmemiş ülkelerde kan kaybetmeye devam ediyor!