KRİZ YARATMA AYRICALIĞI

Ekonomik kriz durup dururken ortaya çıkan bir olay değildir. Bu ekonomik kriz kesinlikle siyasi krizin kaçınılmaz sonucudur! Ülkenin milli gelirinin yeterli olup olmadığı tartışılır. Yetersiz bir gelir adil olarak paylaştırıldığında, paylaşıma ilişkin bir sorun çıkmaz. Görülen o ki, bizim sorunumuz öncelikle bir paylaşım sorunudur. Paylaşımı erk kullananlar belirler. Hangi kesime ne kadar verilecektir? Bu soruya verilecek yanıt, toplumsal dengeyi yansıtır. Bütün ihaleler aynı kişilere verildiğinde bir servet transferi yapıldığı kuşkusu doğar(!) Siyasetin finansmanına katılanlara, halka ait kaynaklar aktarıldığında; paylaşım dengesi ezici bir biçimde bozulur(!) Bu bozulma kurumların işlevsizliği, hukukun işlemez ligi ve adaletin aksaması demektir(!) Demokratiklikten uzaklaştıkça, kriz yaratma ayrıcalığı ön alır. Bizim kriz dediğimiz şey, özünde bir siyasi tercihtir ki; yönetime el koyan zorbalar bunu gittiği yere kadar götürme çabasındadırlar(!)

Paylaşım adil değilse, birtakım kurumların gerektiği gibi çalışmadığı söylenebilir. Öncelikle parlamentonun etkisiz hale getirilmesi en önemli göstergedir. Böyle bir durumda demokratiklikten söz edilemez. Anayasa ve yasalar, yasaklar ve cezalandırılma temelinde ve sadece muhalefete karşı kullanıldığında, bağımsız yargıdan da söz edilemez! Bu koşullarda öteki kurumlarında tarafsızlığından söz etmek mümkün olmaz! Hukukun üstünlüğüne uyulmadığı zaman ne dışarıdan para gelir ne de içeride para kalır. Para her zaman güvenli limanlara akar. Yükünü tutarak fırsatını yaratan, yurt dışına kaçmanın yollarını arar ve genellikle de bulur. Zaten iyi diye tanımlayabileceğimiz her şey ülkeyi terk ediyor. Doktorlar, mühendisler, akademisyenler ve özellikle de öğrenciler yurt dışına gitmenin çabası içindeler. Aynı şeyi zenginlik kaynaklarımız içinde söyleyebiliriz. Altın başta olmak üzere madenlerimiz yasalara ve temel haklara aykırı biçimde yağmalatılıyor. Yağmadan pay alanların yurtseverliğini paylaşmayalım mı?

Bizim milliyetçiliğimiz ve yurtseverliğimiz nerede kaldı? Bu soruya yanıt verirken, yurtseverleri bir kenara ayırarak milliyetçiliği irdelemeye çalışalım. Milliyetçilik özünde, ulus devlet ile ilgili bir olgudur. Egemen bir ulus devlette, ülkenin tüm değerleri korunur ve sınırlardan kuş uçurulmaz. Bu olgu, emperyalistlerin ülke pazarlarını ele geçirmesiyle sönmeye başladı. Pazarları ele geçiren emperyalistlerin güvencesi de bizlere yeni sorunlar ve yükler getirdi. Kendi sömürenlerimizi koruduğumuzdan daha fazla onları korumakla yükümlü olduk. Maaşlarını ödediğimiz güvenlikçiler yani, emekçilere karşı sermayedarları korumakla yükümlü olanlar; onları bizden korumaya çalışmaktalar. Milliyetçiler sermayenin hizmetine girdiklerinde temel söylemlerine ters düşmeye başladılar! Fakat bu olgu genel geçer bir kuralın özele yansımasıdır. Örneğin, ordular her koşulda en güçlü odakların hizmetinde olur(!) Emperyalistlerin egemen olduğu bu süreçte, klasik milliyetçilik söndü(!) Milliyetçilerin hızla gelişimlerini tamamlayarak yurtseverler safına geçmeleri gerek. Milliyetçilik bir başlangıçtır ki, gelişimini tamamlayamaz ise, arızalı ve aksak olur. Bu hal onları daha çok itaatkar olmaya zorlar.

Varlık bağlantılı varoluşlar, konduğu kabın şeklini alan sıvı madde özelliği gösterir. Devletteki değişim, ona bağlı olan unsurları da değiştirir. Yeni dünya düzeninde bir kısım devletlerin ipi emperyalistlerin eline geçti. Güce bağımlı olan varoluşlar, belirleyici güçteki değişimlere uyuma geçtiler. Bu süreçte milliyetçilik, sermaye savunuculuğuna dönüştü! Bu nedenle önemli olan şey ulusun çıkarları değil, ulusu ele geçiren güçlerin çıkarlarıdır. Bu vurgulanan olgulara son çeyrek yüzyılda ülkemizde, fazlasıyla tanık olduk. Ulusal varlıklarımız emperyalistlere ve işbirlikçilerine satılırken; milliyetçilerimizin kılı bile kıpırdamadı. Bu yetmezmiş gibi, yurtseverler ülkeyi savunurken onları, bölücülükle, vatan hainliği ile suçlamaktan geri durmadılar(!) Tekel satıldığında, çalışanlar yurtseverlerinde desteğiyle direndiler ama karşılarında güvenlik güçlerini buldular. O güçler kimin çıkarını savunmak için emekçilerimizin karşısına dikildiler? SEKA satıldı, ses çıkmadı. Şeker fabrikaları satıldı, kimseler ilgilenmedi. Tank Palet satıldı suskunluğumuz bozulmadı. Bütün limanlarımız yabancıların kontrolüne geçti(!) Bütün bunlar olurken milliyetçiyim diyenleri gören olmadı; aynı şekilde inançlı kesimden de ses çıkmadı. Yani onların nelere inandıklarını görmediğimiz gibi, anlayamadık da. Sonra vatandaşlık satıldı, konutlar satıldı ve arsalar satıldı…

Milliyetçilikle dincilik, inanma temelli yaklaşımlardır. İnanma temelli olan ümmetçilik milliyetçilikle çakışmıyor fakat inanma temelli davranışlar benzeşiyor. İnanmanın çekim merkezinde koşulsuz olarak teslim olmaya hazır oldukları görülüyor. Soru sormayan yığınlar sadece inanıyorlar(!) Bu çerçevede, Arap inanç ve yaşama biçimlerini benimseyerek onlara özeniyorlar. Söylemek istenenleri toparlarsak; milliyetçilerimiz sermayenin savunucusu ve bekçisi olurken, bazı dinciler de Arap yobazlığına özeniyor(!)

Kapitalizmin süreç içindeki farklılaşmaları özde değil biçimdedir. Zaten farklı gözükme illüzyonu, özü korumak içindir. Bunun için dönemeçlerde kabuk değiştiriyorlar.

Dinciler ve milliyetçiler toplumun büyük çoğunluğunu oluşturur. Egemenler yığınları güdülebilir konumda tutmak için din ve milliyetçilik olgularını araç olarak kullanırlar. Kazanan azınlık ile, kaybeden çoğunluğu bir araya getirme başarısı egemenlerin sınıfsal taktikleridir(!)