DÜNDE Kİ MAHALLE ANLAYIŞINDAN, GÜNÜMÜZ MAHALLE ANLAYIŞINA…

MEDENİYET, sanılanın aksine makineleri geliştirmekle değil, insana değer vererek, şehirlileşmekle ifade edilmektedir. Tarihte bunun en güzel örneğini Anadolu kültüründe kurulan devletlerde görüyoruz. Çoğunlukla Köylü-Tarım toplumu olarak tanıtılan eski devletlerin toplumlarının  mahalle anlayışı ve yaşayışları öğrenildikten sonra bu coğrafyanın ataları ile daha fazla gurur duyacağız.

Küçük şehirlerde, kasaba ve köylerde “mahalle” kavramımız daha çok yaşıyor. Büyük şehirlerimiz ise “mahalle” kavramını tümüyle yuttu. “Bizim mahalle” kavramı da çoktan unutuldu. Gençlerimiz uzun zamandan beri “SİTE” diyor, “BANLİYÖ” diyor, ‘VAROŞ” diyor, ”UYDUKENT” diyor, tümüyle “bizde ki kavramlara alabildiğine yabancı” duruyor.

Halbuki daha dün diyebileceğimiz yakın bir geçmişe kadar hem “mahalle”, hem de “mahalle kültürü” yaşıyordu. Bu kavramlar yaşadığı için de “komşuluk” ilişkisi sağlam yürüyordu. Komşuluk, toplumsal oluşumun balansını teşkil ediyordu. Atalarımız onun içindir ki şu söze çok önem verirlerdi. “ev alma, komşu al” ayrıca dayanışmayı ve yardımlaşmayı önemli kılmak içinde “komşu komşunun külüne muhtaç” derlerdi. Bu sözler günlük hayatta uygulanır ve sosyal yaşamın temeli olurdu.

Maalesef “BATININ KÜLTÜR EMPERYALİZMİ ” bütün bunları öğüttü. Mahalleyi yitirdik. Mahalle ile birlikte “Mahalle ahlakı”, “Mahalle bakkalı”, ”mahalle imamı”, “mahalle bekçisi”, “mahalle arkadaşı”, “mahalle mektebi”, “mahallenin namusu” ve “komşuluk” gibi vazgeçilmezlerimizi de kaybettik.

İnsan-Mekân ilişkisi…

Geçmiş böyle miydi? Öncelikle Osmanlıda ki mahalle yaşamına göz atalım: Selçukluyu ve Osmanlı’yı zirveye taşıyan insan modeli mahalle kültüründe yetişti, Bu mahallelerde  birbirini tanıyan, birbirini seven, birbirlerinin yaşayışından, davranışından sorumlu olduklarına inanan ve dayanışma ruhunu mahalleye hâkim kılan insanlar yaşardı. Her mahallenin ortasında bir “mahalle mescidi”, mahallelerin merkezinde ise bir “merkez camii” olurdu. Evler camileri sevgi kuşağı gibi sarar, böylece cami, yani “Allah’ın evi” hayatın merkezine dönüşürdü. Mahalleli vakit namazlarını mahalle mescidinde, Cuma namazlarını ise merkez camiinde kılmaya özen gösterirdi. Bu yolla mahalle içi dostlukları, mahalleler arası dostluğa dönüştürme fırsatı doğardı. Bu yüzden o dönemlerde ı, çağın insanına musallat olan depresyon ve panik atak gibi ruh hastalıklarından habersiz yaşardı. Kadın ve erkek sohbet eşliğinde yüreklerini boşaltır, aynı metotla kendilerini ifade imkânı bulurlardı. Camilerin etrafında okullar, hamamlar, imaretler (fakirlere yiyecek giyecek dağıtılan, yolculara konaklama imkânı veren yerler), hastaneler ve dükkânlar yer alırdı. Genel olarak pazarlarda aynı çevrede kurulurdu. Halk her ihtiyacını cami merkezli bir dünyadan karşılardı. Ayrıca bu çevredeki bakkal, kasap, terzi, ayakkabıcı gibi küçük esnafa ait dükkânlar da birer “sohbet merkezi” işlevi görürdü. Osmanlı mahallesinin sakinleri zincirleme olarak birbirlerine kefildi.

Bu mahallelerde de meydana gelen vukuatların failleri bulunamadığı takdirde, bütün mahalleli bundan sorumlu tutulurdu. Özellikle  Selçuklular ve Osmanlılar  zamanında çıkan bir kanunnameye göre, mahallede meydana gelen her türlü yasadışı olaydan mahalle halkı sorumluydu. Bu her mahalle sakinini aşırı bir dikkat ve gayrete sevk eder. Mahallede tam anlamıyla bir “otokontrol” sağlardı. Böylece Osmanlı mahallelerinde soygun, cinayet, hırsızlık, yaralama, gasp, kavga gibi olaylara az rastlanırdı.

Bu durumun biraz da olsa benzeri günümüzde kırsal dediğimiz Anadolu’da yaklaşık 1970’li yıllara kadar sürdü. Ancak yanlış sanayileşme, kırsaldan, kentsele doğru başta büyük şehirler başta olmak üzere şehirlere kontrolsüz nüfus akışı sağladı. Bunun neticesi çarpık kentleşmeye yol açtı.  Bu durum başta tarım ve hayvancılığın yanı sıra küçük el sanatlarını da birden bire terk ederek, batının bize sunduğu montaj sanayinin kucağına düştük. Montaj sanayi bizim sanayileşmemizin önünü keserken aynı zamanda batıya da ekonomik olarak bağımlı kıldı. Yani BATILI olmak yerine BATICI olduk. Böylece üretim ekonomisinden, ithal ekonomiye dönüştük ve üreten değil, tüketen toplum olduk.  Bu durum bizleri bencilleştirirken, imece kültür anlayışının yok olmasına sebep oldu.  

İnsanlar modernleşelim derken zaman içerisinde bütün öz değerlerini bir bir kayıp etmeye başladılar.  En kötüsü kalabalıklar içinde yalnızlaştılar. Öyle bir hale geldik ki “gemisini kurtaran kaptan” anlayışı ile toplumsallaşmak, yardımlaşmak düşüncesini zaman içinde terk ederek bireyselleşmeye kaydık. Bu durum bizi bütün o güzel geleneklerimizden uzaklaştırdı. O güzelim değerleri bünyesinde barındıran, özellikle insanı insan yapan kavramlar tek tek terkedildi. Onların yerine “hırs, öfke, saldırganlık, bencilik, güvensizlik ve sevgisizlik, toplumumuzun bütün “DNA”sına işledi.  İŞTE GÜNÜMÜZ BU…!!

Daha kötüsü, Kentler kişiliksizleştirildi, ruhsuzlaştı, birbirinin kopyası haline getirildi. Her şehrin kendine ait bir kimliği vardı, şimdi nereye giderseniz gidin aynıların çirkinliği içinde bir an önce uzaklaşmak istiyorsunuz. Vasatların ve rantçıların tahakkümü altında mahvolan kentlere dönüştüler.

Şu yanlış anlaşılmasın; elbet ki bütün teknolojiye kapılarımız açık. Ancak öz değerlerimizi yitirmeden ve sanayinin alt yapısını kurmadan, en önemlisi de toplumu bu gelişmelere hazırlamadan, uygulamaya kalkarsak bugün ki gibi “otokontrol” sistemini yitiririz. Eskiden mahalle büyükleri dediğimiz kimseler sayesinde, mahallemiz denetlenir ve oluşan sorunlar adliyeye ulaşmadan büyükler tarafından çözülürdü. Bugün öylemi?  HAYIR… NE OLDUK? Maalesef güçlünün haklarının bittiği yerde,  güçsüzün haklarının başladığı toplum olduk.

 

Adnan GÜLLÜ

Tarih Araştırmacısı