Toplumsal ilişkilerde ve bireysel algılarda "doğru" kavramı, çoğu zaman sorgulanmadan
kabul edilen bir referans noktasıdır. Ancak doğruya dair farkındalık hem bireyin hem de
toplumun davranışlarını şekillendiren temel bir unsurdur. Bu yazıda, farkındalık eksikliğinin
nasıl zincirleme etkiler yarattığını, doğruların nasıl değişip dönüşebildiğini ve nihayetinde
gerçeğe ulaşma yolunda ne tür duraklar sunduğunu ele alacağız.
Bir kişinin aldatıldığını fark etmemesi, onun başkalarını aldatma potansiyelini de fark
etmemesiyle sonuçlanabilir. Bu farkındalık eksikliği, yalnızca bireysel değil, toplumsal
düzeyde de etkiler yaratır. Özellikle kuşaklar arası bilgi ve değer aktarımında, büyüklerinden
aldığını sorgulamadan küçüklere aktaran bireyler, iyi niyetle çok kötü sonuçlara yol açabilir.
Bu durum, niyetin doğruluğu ile eylemin doğruluğu arasındaki farkı gözler önüne serer.
Söylemsel doğru ile fiili doğru arasındaki ayrım, bireyin kendi doğrularını sorgulamasını
gerektirir. Çünkü doğru kavramı, yer, zaman ve koşullara göre değişebilen göreceli bir
olgudur. Bu bağlamda, bir şeyin doğru olduğunu kabul etmek, onun gerçekten doğru olduğu
anlamına gelmez. Yanılgı, doğruyu ararken değil, doğruyu sorgulamadan kabul ederken
ortaya çıkar. Bunun için neyi ne zaman ve nasıl öğrenmeli soruları yanıtlanmalıdır. Henüz tam
olarak yargılama yetisine sahip olmayan çocukların inanç temelli öğrenmeleri sağlıklı bir
yaklaşım değildir. Bilimsel olmayan yol ve yöntemlerle doğruya erişmek olanaksızdır!
Doğruların zamanla ortaya çıkma ve dönüşme eğilimi, değişimin değişmezliği ilkesini
destekler. Bu nedenle, mutlak ve sonsuz doğrulardan söz etmek neredeyse imkânsızdır.
Doğrular, gerçeğe ulaşma yolunda geçici duraklar gibidir; her biri bir öncekinin üzerine inşa
edilir, ama hiçbir zaman nihai varış noktası değildir. Dolayısıyla doğru değişkendir, bu
nedenle dinamik tanımlar tercih edilmelidir. Kısaca vurgularsak; doğru değişkendir…
Doğru kavramı, sabit bir gerçeklikten ziyade, sürekli değişen bir dinamik anlayış biçimidir.
Farkındalık, bu değişimin en önemli tetikleyicisidir. Bireyler ve toplumlar, doğruları
sorguladıkça, gerçeğe bir adım daha yaklaşırlar. Bu nedenle, doğrulara değil, doğruların
sorgulanmasına ve dönüşümüne odaklanmak, daha sağlıklı bir düşünsel yolculuğun kapılarını
aralar. Böyle bir davranış ancak uygun koşullarda ve uygun biçimde bir bilimsel eğitimin
yapılması gerekir.
Toplumsal yaşam, bireylerin karşılıklı etkileşimleriyle şekillenen dinamik bir yapıdır. Bu
etkileşimlerin temelinde, bireylerin doğru olarak kabul ettikleri bilgi, değer ve normlar yer
alır. Ancak bu doğruların oluşumu ve aktarımı, farkındalık düzeyine bağlı olarak değişkenlik
gösterebilir. Bu çalışma, bireysel farkındalık eksikliğinin toplumsal düzeyde nasıl sonuçlar
doğurabileceğini ve doğruluk kavramının sosyolojik bağlamda nasıl göreceli bir nitelik
taşıdığını incelemeye çalışmaktadır.
Sosyolojide farkındalık, bireyin içinde bulunduğu sosyal yapıyı ve bu yapının kendisine
etkilerini kavrayabilme yetisi olarak tanımlanabilir. Berger ve Luckmann’ın “toplumsal
gerçekliğin inşası” kuramı, bireylerin gerçeklik algılarının sosyal etkileşim yoluyla
biçimlendiğini savunur. Bu bağlamda, doğru olarak kabul edilen bilgi ya da davranış biçimi,
bireyin içinde bulunduğu sosyal çevre tarafından şekillendirilir. Tanım ve kavramlar bilimin
temel basamaklarıdır. Bu bağlamda tanımın tanımlanması gerekmektedir. Tanım, objenin
niteliklerini olabildiğince gösteren bir resimdir. Bu resim, değişimlere paralel olarak
güncellenmelidir.
“Aldatıldığının farkında olmayan, aldattığının farkında olamaz” ifadesi, bireyin kendi
deneyimlerini sorgulamadan içselleştirmesi ve bu deneyimleri başkalarına aktarması sürecini
betimler. Bu durum, sosyolojik olarak “kültürel aktarım” ve “normatif yeniden üretim”
süreçleriyle ilişkilendirilebilir. Bourdieu’nun habitus kavramı, bireylerin sosyal çevrelerinden
edindikleri davranış kalıplarını bilinçsizce yeniden üretmelerini açıklar. Bu bağlamda, iyi
niyetle yapılan bir aktarım, farkındalık eksikliği nedeniyle olumsuz sonuçlar doğurabilir.
“Ağaç yaş iken eğilir.” Bu söylem iyi niyet içeren bir söylem olmasına karşın; kullanma
koşulları ve biçimi, iyi niyetle kötülüğün kapısını açmaya benzer. Özellikle çocuklara yapılan
inanç aktarımı bu kapsamda değerlendirilmelidir.
Makro düzeyde ele alındığında, doğruluk kavramı sabit bir gerçeklikten ziyade, toplumsal
bağlam içinde şekillenen göreli bir olgudur. Söylemsel doğru ile fiili doğru arasındaki ayrım,
bireyin sosyal normlarla olan ilişkisini yansıtır. Foucault’nun “hakikat rejimleri” kavramı,
doğruların iktidar ilişkileri içinde nasıl üretildiğini ve dönüştüğünü ortaya koyar. Bu
bağlamda, doğruların zamanla değişmesi, toplumsal yapının dönüşümüne paralel bir süreçtir.
Doğrular, gerçeğe ulaşma yolunda geçici duraklar olarak değerlendirilebilir. Sosyolojik olarak
bu, bireyin bilgiye ulaşma sürecinde karşılaştığı epistemolojik engelleri ve değişkenlikleri
ifade eder. Değişimin değişmezliği ilkesi, doğruların sabit olmadığını, aksine sürekli bir
dönüşüm içinde olduğunu gösterir. Bu durum, toplumsal yapının dinamik doğasına işaret eder.
Bireysel farkındalık eksikliği, toplumsal düzeyde normatif yeniden üretim süreçlerini
etkileyerek doğruların sorgulanmadan aktarılmasına neden olabilir. Doğruluk kavramı,
sosyolojik bağlamda göreceli ve dönüşebilir bir nitelik taşır. Bu nedenle, bireylerin ve
toplumların doğruları sorgulama ve farkındalık geliştirme süreçleri, daha sağlıklı bir
toplumsal yapı inşa etmek açısından kritik öneme sahiptir. Sokrates’in; Araştırılmamış ve
soruşturulmamış bir yaşam yaşamaya değmez!” saptaması titizlikle yaşama geçirilmelidir!...