KAMUSALLIK.

Kamusal varlıklar, kamuyu oluşturan tüm bireylerin ve özelliklede emekçilerin yaşamsal güvencelerinin dayanaklarıdır. Yaşamsal önemi tartışılmayacak olan temel hakların güvencesi; güvenirlik ve ön görebilirliktir. Bu güvenceyi sağlayacak olan; kamusal alandan vücut bulan haklardır. Kamusal haklar, varlık sürdürmenin güvencesidir. Kamusal haklar yaşama ilişkin olduğu için, yaşamın her alanında yeniden üretilir.
Kamusal hakların alanı daraltıldığında veya yok edildiğinde, örtük olarak emekçilerin yaşama ilişkin haklarının kısıtlandığı anlaşılır. Bireylerin kamusal varlıklarla olan bağları çözülünce; yaşam bağları da çözülmeye başlar. Bu yaşam bağları öncelikle sahiplikten doğan katılımdır. Yönetime katılma veya dolaylı temsilde adına katılacakları belirleme bu kapsamdadır. Bu konuda en büyük sorun özelleştirmelerdir. Özelleştirmeler sonucunda ortaya çıkan güçler, kendi kendilerini temsil ederek ve kimi zaman kurum, kural ve hukuk tanımadan yollarına devam etmektedirler. Bu antidemokratik yaklaşımların toplumu getirdiği nokta ortadadır(!) Günümüzde, egemenlerin en yakınında konumlanan ve onlarla dirsek teması içinde olan yeni katmanlardan söz edilebilir. Bunlar, devletin boşalttığı alanı dolduran aracılar ve ruhbanlardır!
Konuya ilişkin makalenin yazarı, CHP Milletvekili Gamze Yücesan Özdemir. Özdemir’in makalesinden uzunca bir bölümü okurlarımla paylaşmak istiyorum:

“… Emekçi kesimler kamunun çözülmesini, öncelikle üretim noktasında ciddi bir işsizlik olarak deneyimliyorlar ama diğer taraftan da ciddi bir işçileşme durumu var. İşçileşme, ücret geliri hariç bir yaşam formunun kalmaması, ücret gelirine bağımlılık ya da sizi hayata bağlayan tek bağın artık ücret bağı olmasıdır. Emekçi sınıflar, kamunun çözülmesini güvencesizlik olarak deneyimliyorlar. Güvencesizlik denildiği zaman akla ilk olarak sosyal güvence, kayıtdışı çalışma gelebilir ama güvencesizlik bunları aşan; birbirine içkin, karmaşık bir olgudur. İstihdam güvencesizliği, iş güvencesizliği, sendikal güvencesizlik, demokratik güvencesizlik ve belki de en büyük halka olan irade güvencesizliği -artık yaşamı değiştirecek gücü kendinizde bulamamanız- bu olguya dahildir. Ayrıca işçi sağlığı da bu olgunun içindedir. (………). Eğitimin, sağlığın, barınmanın, sosyal güvenliğin hepsinin piyasaya devredilmesi. Bu metalaşmadır ve işçi sınıfının kapitalizmdeki en büyük mücadelesi kendine dair meta dışı alanlar yaratmak olmuştur ama son dönemde kamunun çözülmesiyle birlikte tümüyle piyasa şiddetine terk edilmiş yaşamlar var. Burada artık yurttaş ve sosyal hak kavramının da ortadan kalktığını görüyoruz. Kamunun çözülmesi demek ortada bir yurttaşın, yurttaşın, sosyal haklarının olmadığı anlamına geliyor. Kamunun çözülmesinin bireysel ve toplumsal var oluşa etkisi ne diye baktığımızda, orada da şunu görüyoruz: Çöküş, intiharlar… Sözünü söyleyememe, içine kapanma, siyasete ulaşamama ve nereye gideceği belli olmayan bir şiddet...”(GAMZE YÜCESAN ÖZDEMİR, BİRGÜN, PAZAR)
Kamusal bağlar aracılığıyla ulaşılan sahiplik, demokrasinin olmazsa olmazı ve katılımın kaçınılmazlığıdır. Bunun temel koşulu, yurttaşlık hakkının olmasıdır. Bu hak hiçbir ayrım gözetilmeden kabul edilmesi gereken haklardandır.
Sahipliği budanan veya yok sayılan bireyler, sudan yoksun bırakılan balık çaresizliğinde olurlar. Katılım, varlık sürdürmenin en önemli dayanaklarındandır. Bu nedenle özelleştirmeler her koşulda sahiplikten yoksun kılmaktır. Sahipliklerini korumak yurttaş olarak özgürlüklerine sahip çıkmaktır! Aynı mantığı, kazanılmış tüm özgürlükler için sürdürmek gerekir. Bu konuda en önemli noktalardan biri de laiklik konusudur. Laiklik; inancı, inanç sahibiyle sınırlayarak güvenceye almaktır! İnsan hakları uluslar üstü, yani evrenseldir. Bu alışılmış türcü söylemi şöyle tanımlamak gerekir; tüm varlıkların hakları küreseldir. Amazonlardaki ormanlar yok edildiğinde veya karbon salınımı denetlenerek azaltılmadığında, bundan var olan tüm varlıklar ve hatta var olma olasılığı olanlar da zarar görür! Ulusallık adı altında bu ve benzeri haklar kısıtlanamaz veya yok sayılamaz!