Çağımızda savaşların büyük bir bölümü medya üstünden yürütülüyor.
Artık [çok mecbur kalınmadıkça] askeri istila yöntemlerine başvurulmuyor.
Medya, yıkama/yağlama işlevini sinsice sürdürüyor ve böylece hedef aldığı halkların bilincini körelterek teslim alabiliyor.
Bakınız yakın tarihimize...
Günümüzün medyasının çok büyük bir bölümü 27 Mayıs devrimi ile 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbelerini aynı kefeye yerleştirmeye çalışmaktadır.
Ancak... Belki de henüz vaktinin gelmediğini düşündükleri için, 1919 ile başlayan ve 1924 ve devamında zafere ulaşan Atatürk Devrimi'ne şimdilik bulaşmıyorlar.
Onun kıyısında duruyor, usul usul kemiriyor, topyekûn saldırmıyorlar...
Özellikle genç kuşaklar bu kilometre taşlarını iyi anlamak zorundadır.
1919'da başlatılan Milli Kurtuluş hareketi, yurdumuzu işgal eden emperyalist güçlerle aynı safta yer alan Osmanlı yönetimine karşı yapılan bir "Devrim"di.
Bu büyük devrim, yeni kurduğu milli devlet ile birlikte bizlere aydınlanma düşüncesini, çağdaşlaşmayı ve Cumhuriyet'i getirdi.
Mustafa Kemal Atatürk'ün ölümünden sonra kıpırdanmaya başlayan karşı-devrim hareketi 1950'de iktidara geldi.
Bağımsız Türk Devleti işte bu dönemde ABD'ye bağlandı, monte edildi.
Bu bağlanma; ilk meyvesini, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ABD'nin emperyalist yayılma amaçları doğrultusunda [bağımsızlığı için savaşan] Kore'de kullanılması ile verdi.
1956'dan sonra hız ve cüretlerini artıran karşı-devrim güçleri, 1960'a gelindiğinde demokrasiyi tümüyle rafa kaldırmak üzere harekete geçti.
Milli İstihbarat örgütümüzün eli ile Selanik'te Atatürk'ün evine bomba kondu ve bu olay, Yunanlılara fatura edilerek öncelikle İstanbul'da gayrı-müslim vatandaşlarımıza karşı devlet eli düzenlenen büyük bir kitlesel saldırı hamlesinin bahanesi yapıldı.
Ülke "Vatan Cephesi" hareketi ile kamplara bölündü.
Ve son olarak "Tahkikat Komisyonu" ihdas edilerek, TBMM by-pass edildi ve sonuç olarak, demokratik parlamenter sistem tümüyle rafa kaldırıldı.
İşte 27 Mayıs Devrimi bu karanlığa doğru gidişe “dur”, demek amacı ile yapıldı.
Rafa kaldırılan demokrasi yeniden ülkenin gündemine taşıdı.
27 Mayıs'tan önce Anayasa Mahkemesi yoktu.
"İdarenin her türlü eylem ve işlemi yargı denetimi" altında değildi.
İşçi hakları yasalaştırılmamıştı.
Temel hak ve özgürlükler Anayasa ile teminat altına alınmamıştı... Anayasa Mahkemesi de yoktu.
Düşünce özgürlüğü, yasal teminatları ve tüm kurumları ile birlikte henüz tesis edilmemişti.
İşte onun için 27 Mayıs hareketi [bu anlamda] bir devrimdir.
Sonra 12 Mart geldi. Yetmedi:
12 Eylül'ü zorunlu buldular.
O da yetmedi. 12 Mart - 12 Eylül zihniyetini sandık yolu ile iktidara getirdiler; sivilleştirdiler...
Bu zihniyet karşı-devrim hareketinin ta kendisidir.
Önce 27 Mayıs'ın bu ulusa sağladığı en büyük armağan olan 1961 Anayasası hedef alındı.
12 Mart'ta ona güçlü bir darbe vurdular.
12 Eylül'de tümünü yok ettiler.
İşte onun için 12 Mart ve 12 Eylül bir askeri darbedir; cunta hareketidir.
Bir toplumsal hareketin kimin tarafından gerçekleştirildiği değil; yönü, felsefesi, zihniyeti, hedefi ve içeriği önemlidir.
İşte medyanın karalamak istediği temel gerçek budur!