Osmanlıda tarımsal üretim halkın kendi ihtiyacını karşılamak amacıyla yapılıyordu. Teknoloji yoktu. Üretim öküzün sabrına, kağnının kapasitesine bağlıydı. Köylerdeki tahıl ve tarım üretimini şehirlere ulaştıracak düzgün yol bile yoktu. Onun için Büyükşehirlerin gıda ihtiyacı daha çok yurtdışından ithal edilerek sağlanıyordu. İstanbul’un buğdayı Romanya’dan, Rusya’dan diğer gıda maddeleri ise çevre ülkelerden getirtiliyordu. Özel olarak besi hayvancılığı ve süt hayvancılığı yapılamamaktaydı.

Ülkenin tamamında fabrika adı altında çok az imalathane vardı. Bunlar çok küçük işletmelerdi. Ortalama çalıştırdığı insan sayısı 10 kişiyi geçmiyordu.

Elektrik çok sınırlı idi. 1838’de İngilizlerle Balta Limanı anlaşması yapılınca, İngilizlere o kadar çok ekonomik imtiyazlar sağlandı ki; Avrupa’dan ipekli kumaşlar ithal edilmeye başlanınca Bilecik’teki dutluklar bir bir sökülmeye başlandı.

1821’de 600 adet el tezgahının bulunduğu Üsküdar’da 40 tezgah kaldı. Zengin maden yataklarımız vardı ama maden kaynaklarının en değerlileri yabancılar tarafından işletilmekte idi.

İngiliz şirketi “Boraks”, 1892’de kurulan “BALLYA- KARAAYDIN” ŞİRKETİ gümüşlü kurşun ile Soma linyitlerini ve 1893’te kurulan “CASSANDRA” ADLI ŞİRKET manganez, bakır ve diğer madenlerin çıkarılması ayrıcalığını almışlardı. Sömürünün en belirgin görüldüğü yer Ereğli-Zonguldak kömür havzası idi.

Osmanlı’nın mali denetimi tümüyle yabancının elindeydi. Ülkedeki banka, sigorta ve benzeri mali kurumlar tümüyle yabancılarındı. IV. Murat, Padişahlığı döneminde şöyle bir talimat vermişti; “Leh kralına borç verile…bugün borç almaya alışan yarın buyruk almaya da alışır” Demişti . Borçlanmanın nasıl bir siyasi baskı unsuru yapıldığını o zamanlar göstermişti. Aslında bu gazla Osmanlı padişahları da “kefereden borç alamayız” diye yıllarca direnmişti. Ama sürekli savaşlara girmenin ve çoğunda da yenik düşmeye başlamanın çok büyük maliyeti oluyordu. Çünkü ülkeyi kalkındıracak üretim ve ticaret yapmayı akıl edemiyorlardı.

1854 Kırım Savaşında Osmanlı borçlanmanın ilk tuzağına düştü. Zaten Avrupa devletleri de başta İngiltere olmak üzere Osmanlıya mutlaka borç vermenin her türlü kirli oyunlarını tezgâhlıyorlardı. Elçilikleri aracılığıyla bürokratları, Sadrazamları satın almaya çalışıyor, rüşvetler dağıtıyor, borç alınmasını istemeyenleri görevinden uzaklaştırabiliyordu. Abdülmecit zamanında Osmanlının aldığı bu ilk borçta 100 birimlik borç 80 olarak teslim ediliyordu. Mısır vergisi karşılık gösterildi. Buna rağmen 3.3 milyon İngiliz lirası yerine1.5 milyon İngiliz lirası devletin kasasına girdi.

Alınan her borç ülkeyi daha da çıkmaza soktu, batırdı. 1854- 1914 yılları arasında alınan toplam 359 milyon Osmanlı liralık borcun sadece 222 milyon lirası ele geçmişti.  Bu 222 milyonun sadece 25 milyon lirası demiryolu yapımına harcandı. 1 milyon lirası İstanbul limanına ve 1 milyon lirası da Konya yöresi sulamasına harcanmıştı. Paranın geri kalanının tamamı ise saray mensuplarının şahsi harcamalarına; DOLMABAHÇE SARAYI, MALTA KÖŞKÜ yapımı gibi lüks tüketim alanlarına gitmişti. Borçlanma ve yanlış harcama o kadar ileri gitti ki, 1875’te koskoca Osmanlı İmparatorluğu iflas etti. Ödemeleri tamamen durdurdu. Alınan paraların faizini bile ödeyemeyeceğini alacaklılara bildirdi. Bunun üzerine toplanan alacaklı ülkelerce 1878 Berlin Kongresinde alınan bir kararla Osmanlı maliyesi uluslararası bir komisyonun eline devredildi.

“Düyun-ı Umumiye “ adı verilen bu yabancı kuruluş ülkenin her şeyine el koydu. Düyun-ı Umumiye kendi silahlı güvenlik güçlerini oluşturdu. Görevi: Osmanlı devlet gelirlerini toplayıp Avrupalı alacaklı ülkelere teslim etmekti.

Bu kurumun köylerdeki kolu “Reji İdaresi”ydi. Reji idaresi tütün tekelini eline aldı. Köylünün ürettiği tütünü belirlediği çok düşük fiyata sadece kendisi alıyordu. Başka kimseye aldırmıyor, sattırmıyordu. Reji İdaresine bir kilo tütünü teslim etmeyip başka yollardan biraz daha iyi fiyata satmayı düşünen köylüleri alnının ortasından vurma yetkileri vardı. Bu yetkilerini Osmanlı yönetimi bir anlaşmayla vermişti.

Öyle de yaptılar. Reji idaresi kolcularının bu şekilde keyfi olarak katlettiği köylü sayısı 20 bini bulduğu söylenmekte. Çökertme Zeybeğindeki Halil’in başına gelen de bununla ilgiliydi. Bunu daha önce yazmıştım. Bu felaketlerin hepsine Mustafa Kemal Paşa milli mücadele savaşı sonunda istiklal mücadelesiyle son verdi. Ardından kabul ettirdiği Lozan anlaşmasıyla dünyaya ilan etti. Yeniden tam bağımsız bir ülke kurdu. İşgalcilerin Atatürk düşmanlığı buradan gelir. Bugünkü sahte tarihçiler, misyoner akademisyenler özellikle bu İngiliz derin devletinin maaşlı elemanlarıdır.

Şimdi sormak isterim tüm yurttaşlarımıza? Müslümanlara bu kadar büyük felaketleri, açlıkları, yoksullukları, zalimlikleri, hainlikleri yaşatan yöneticiler, sadrazamlar, Şeyhülislamlar, din ve siyaset otoriteleri hangi dindendi? Kendi sarayları ve saltanatları uğruna bu kadar Müslüman düşmanlıkları nereden geliyordu?  Osmanlı İmparatorluğunu yıkanları, iflas ettirenleri, kefereye muhtaç hale getirenleri ve yanlış siyasetlerini övmeye devam ettiğimiz için bugün aynı duruma düşürülmedik mi?

 Faydalanan Kaynak:

Nazmi Kal

-1923-1939 Cumhuriyetin kalkınma mucizesi - kitabından